Bazı akşamlar heyecanla telefon eder, atölyeyle ilgili aklına gelen yeni fikirleri konuşmak, paylaşmak için sokağın başındaki kafede buluşmamızı önerirdi. Eğer hava soğuksa da çayı demler, evine beklerdi

Ahmet Cemal’e veda

Tuğçe Isıyel
Psikoterapist
tugceisiyel@gmail.com

Uzun bir süredir bir kuşağın gidişine, bir dönemin kapanışına tanıklık ediyoruz.

Halil İnalcık, Tahsin Yücel, Vedat Türkali, Tarık Akan, Fikret Hakan, Halit Akçatepe ve sayamadığım daha onlarca kıymetli isim. Ve son olarak da Türkçe edebiyatın en önemli çevirmenlerinden, yazar, şair, hocaların hocası Ahmet Cemal’i kaybettik.

Kendisinin hepimizin üzerindeki hakkı yadsınamaz. Zweig’ı, Rilke’yi, Kafka’yı, Bachmann’ı, Musil’i, Canetti’yi ve daha birçok yazarın eserlerini kendisinin çevirileri sayesinde okuduk.

Kendi kendisine ‘Ancak bu çeviriyi tamamlarsam kendimi çevirmen sayacağım’ dediği Hermann Broch’un “Vergilius’un Ölümü” kitabını 40 yılda çevirdi ve bu çeviri ile 2014’te Avusturya Büyük Devlet Ödülü’ne layık görüldü. Çevirmenliğinin yanısıra yazar, şair olarak birçok eser verdi, birçok ödül aldı. “Yazko” çeviri dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Birçok üniversitede ders verdi, pek çok öğrenci yetiştirdi.

Üretkenliği, enerjisi, hoş sohbeti, esprili kişiliğiyle hepimize yaşama dair önemli bir motivasyon kaynağı oldu.

Benim kendisiyle yolum 2014 yılında öğrencileriyle birlikte ACKA’yı (Ahmet Cemal Kültür Atölyesi) kurduğu zaman kesişti. “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” dersini ilk olarak bu atölyede vermeye başladım. Kendisinin hiç tükenmeyen ve her daim beni güvende hissettiren desteğiyle… Sonra atölye birlikteliği, komşuluk ilişkisi derken aramızda bir dostluk bağı oluştu.

Kurduğu atölyede ‘düşünme özürlü’ diye nitelendirilebilecek eğitim sistemine karşı çıkan, ona alternatif olabilecek bir eğitim sunulmaya gayret edildi.

Baştan sona tartışmaya, sorgulamaya, eleştirel düşünmeye dayalı olarak kurulan atölyede Ahmet Cemal’in öğrencilerine söylediği çok önemli bir şey vardı; “Burada kendinizi var ettiğiniz ölçüde var olacaksınız”.

Herhangi bir baskı, zorunluluk, beklentiyle değil yani…

Ahmet Cemal, “bir hayalin ürünü” olan ACKA’yı kurmaktaki en önemli sebeplerini ise “Bir Atölyenin Kökenleri” başlıklı yazısında şöyle ifade ediyor;

“Köy Enstitüleri’nin 1953’te resmen kapatılmasıyla birlikte – aslında bu kurumların altı 1945 yılından itibaren ve ‘çok partili rejime geçişin gerekleri’ bahanesiyle oyulmaya başlanmıştı! – yaklaşık 1923-1940 yılları arasına rastlayan ‘Anadolu Aydınlanması’ son buldu. Bu aydınlanma sürecinin yerini, özellikle 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara geçmesiyle birlikte radikal bir hedef değiştirmeyle – ya da saptırmayla! – ‘Küçük Amerika’ olma ideali aldı. Aynı yıldan, yani 1950’den başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim mekanizmalarında yabancı istihbarat örgütlerinin etkisinin giderek artması, ilginç bir rastlantıdır; daha doğrusu, aslında çok ‘doğal’ bir sonuçtur, çünkü dünya tarihinin akışı bizlere devrimleri gerçekleştiren ve sürdüren kararlılığın zayıfladığı noktada hemen karşı-devrimci tutumların ve devrimlerin temel ilkelerinden ödün verme girişimlerinin başladığını çok açık göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti de en geç 1953 yılından, yani Köy Enstitüleri’nin resmen kapatıldığı yıldan itibaren bu yazgıyı yaşamaya başladı. 1923’te türlü zahmetlerle bilim ve akılcılık yörüngesine yerleştirilmeye çalışılmış bir toplum, tekrar 1923 öncesinin ‘inanç ve biat toplumuna dönüştürüldü. Eleştirel düşüncenin ise neredeyse adı bile yasaklandı. (Birkaç yıl önce İstanbul’daki ‘köklü’ üniversitelerden birinin Güzel Sanatlar Fakültesi’den ders vermem istendi. Dersimin adını koymakta da özgür bırakılmıştım. ‘Kültür Tarihinin Akışı Boyunca Eleştirel Düşüncenin Gelişmesi’ adı altında bir ders önerdim. Atama işlemleri devam ederken, fakülte yönetiminden dersimdeki ‘eleştirel’ sözcüğünü çıkartmam yolunda bir talep geldi. “Hay hay, isterseniz ‘düşünce’ sözcüğünü de çıkartırım!” diye yanıt vererek dosyayı kapattım. Ve sanırım bir Kültür Atölyesi kurma fikri ilk kez o günlerde kafamı kurcalamaya başladı.)

Günümüz Türk toplumu, sınırları içerisinde barındırdığı yaklaşık 200 üniversitesine rağmen eleştirelliğin en alt noktasındadır. Resmi eğitim sistemi eğitimin her aşamasında öğrenciye “nasıl düşünmesi gerektiğini” öğretmek yerine, “neleri düşünmesi gerektiğini ezberletmek” temeline dayanmaktadır.

ACKA, işte bu koşullar altında ve ‘her koşulda düşünmekte direnmek-eleştirel düşünceye aykırı ya da yabancı hiçbir unsura yer vermemek” amacıyla kuruldu. “

Ahmet Hoca’dan geriye kalan en değerli miras ACKA’dır. Ve bizler de buranın yaşayan, üreten, paylaşan bir yer olmaya devam etmesi için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz.

Ahmet Cemal kadim bir Moda’lıydı. 1,5 yaşından son nefesini verene kadar hep burada yaşadı. Ayrıca tam bir mahalle muhtarıydı. En son nerede bir cafe açılmış, hangi lokanta kapanmış, nereye bir kitapçı taşınmış, esnaftan kim ne yapmış her şeyi bilirdi. Mahalle haberlerini önce Ahmet Cemal’den almalıydınız. Tüm yenilikleri itinayla takip ederdi.

Bazı akşamlar heyecanla telefon eder, atölyeyle ilgili aklına gelen yeni fikirleri konuşmak, paylaşmak için sokağın başındaki cafede buluşmamızı önerirdi. Eğer hava soğuksa da çayı demler, evine beklerdi.

Evi tahmin edebileceğiniz gibi bir kitap mabediydi.

Tarabya Çeviri Büyük Ödül’ünü kazandığı zaman, Almanya’dan gelen bir gazeteci, evinde bir röportaj yapmıştı. Kitap raflarına bakarak; “çevirmenlik, biraz da insanı zorunlu olarak yalnızlığa götüren bir meslek değil mi?” diye sormuş, Ahmet Cemal de şöyle cevap vermişti; “gördüğünüz gibi duvarları dünya edebiyatının yazarları, bilim adamları dolduruyor. Onlarla aynı evi paylaşıyorum. Yani bunun adı yalnızlıksa, yeniden gelsem dünyaya, tekrar bu hayatı seçerdim.”

Sürekli düşünür, üretir, birçok çalışmayı bir arada yürütürdü.

Kendisiyle olan sohbetlerimizde zihinlerimizde sayısız pencereler açar, adeta zihinlerimizi havalandırırdı. Bize anlatacak hikayeleri, anıları, kitaplardan okumak istediği pasajlar, dinleteceği müzikler hiç bitmedi.

Hayvanlarla ama bilhassa kedilerle arası çok iyiydi. Nerede oturursak oturalım yanımıza mutlaka bir kedi gelir ve kendisini ona dakikalarca sevdirirdi.

Son ayları genellikle hastanede geçti. Onu hastaneye ziyarete gittiğim bir gün bahçeye hava almaya çıktığımızda elbette yine bir sürü kedi Ahmet Cemal’in etrafında konuşlanmıştı.

Benim kedim Berduş’u da çok severdi. Her seferinde onu sorar, onun cep telefonuyla çektiğim fotoğraflarını göstermemi isterdi. Bir gün Berduş’u ona götürmüştüm de dakikalarca oyun oynamıştı onunla. En son şu an sizin de gördüğünüz Berduş’la olan bu fotoğrafını ona gösterdiğimde fotoğrafı kendisine göndermemi ve hatta kağıda bastırıp getirmemi istemişti.

Ve ben maalesef ki bunu yapmayı unutmuştum.

Moda camisinde olan son buluşmaya insan dostlarının yanısıra bir sürü kedi dostu da geldi. Tabutun önünde sessizce durdular.

Özellikle kış aylarında o kolonya kokan evinde, öğrenci dostlarımızla birlikte olan akşam toplaşmalarının, bu toplaşmalara eşlik eden o lezzetli çayların, ev yapımı çikolataların, kahkahaların yerini hiçbir şey doldurmayacak.

Evinin yumuşacık ışık düzeni, orada saatlerce oturma isteği doğururdu bizde. Ve saatlerce otururduk da. Tam kalkacağız, “şu sigaramı bitireyim de öyle kalkın” cümlesiyle tekrar yerimize otururduk. Bir 2 saat daha bitmezdi o sigara. Yani biterdi de bitmezdi. Laf lafı açardı. Biz yine unuturduk zamanı.

Onunla yavaş adımlarla Moda’da yürümeyi, bir kahvede dinlenmeyi, son izlediği filmleri heyecanla anlatırken onu izlemeyi, onunla dertleşmeyi çok özleyeceğim.

Ahmet Cemal, “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri” adlı deneme kitabında yazdığı önsözde hayatın anlamına dair şunları söylemişti;

“(...) Hayatın anlamına gelince, kanımca bu konu ne fazla büyütülmeli ne de hayatla bağlantıyı kesecek ölçüde soyutlaştırılmalı. Bu bağlamda bilinmesi en çok önem taşıyan nokta belki de şudur: Hayatın genel anlamı diye bir şey yoktur; her hayatın kendine özgü bir anlamı vardır ve o hayatın sahibinin insan ve birey olmak adına asıl yapması gereken, hayatın anlamını kendisiyle ilintisiz soyut düzlemlere sürüklemek değil, fakat kendine düzenleyeceği yolculuklar aracılığıyla kendi hayatının anlamına varabilmektir.

Kendi hayatının yalnızca yaşayanı değil seyircisi de olabilmek, işte bu yüzden çok gerekli.”

Verdiği derslerde, sohbetlerimizde hayata karşı pozisyon alışlarımızı hep sorgulattı bizlere.

Sokrates’in “üzerinde düşünülmeyen bir hayat, yaşanmaya değer bir hayat değildir” cümlesini kendisine şiar edinmiş ve bizlere de her daim hatırlatmıştı.

İyi ki değdiniz hayatımıza Ahmet Cemal… Öyle zenginleştik ki sayenizde.

Yaşanmaya ve hatırlanmaya değer bir hayattı sizinkisi.

Çok yorgunsunuz biliyorum, şimdi artık dilediğinizce dinlenin.

Huzurla uyuyun.