Bugün 28 Şubat 2011. Ahmet Hakan, 28 Şubat 1997 ortamında korkmuş muydu

Bugün 28 Şubat 2011. Ahmet Hakan, 28 Şubat 1997 ortamında korkmuş muydu, bunu bilemem. Ama o yılın 28 Şubat günlerinde, istikbalde bunun rövanşını aldığını söyleyenlerin icraatlarından korkacağı sanırım hiç aklına gelmezdi... Aklına gelmedi ama on dört yıl sonra başına geldi!

Efendim, bugün 28 Şubat 1997’nin 14. sene-i devriyesini idrak etmekteyiz. AKP bu hadisenin 6. sene-i devriyesinde hükümet olmuştu, eh hadise henüz tazeydi bir şeycikler yapması pek mümkün değildi, ama 14. sene-i devriyesinde, iktidar ne demek, devletin kendisi oldu...

14 yıl önceki 28 Şubat’ın hesabını sormak bir yana, daha dünkü 27 Nisan’ın dahi hesabını sormadı. Soramadığından değil, böyle bir şey belki de bizzat kendisinden hesap sormak anlamına geleceğinden, sormadı.

“Hayda!” demeyin. Derseniz, “askeri vesayete karşı olmak” söylemiyle otomatikman “vesayete” karşı olunacağına kanmış olursunuz. Askerin yaptıklarını AKP’nin bizzat kendisinin de yapmakta olduğunu görebilecek ferasete henüz sahipseniz bu tespite de şaşırmazsınız...

Peki, Arınç dün çıktı ne dedi? “28 Şubat’a cevap 28 Nisan’dır.” Yani... Şimdi... Lafa bak hizaya gel! AKP vesayete karşı değil ki, darbeye karşı değil ki, asker tarafından bunun kendisine yapılmasına karşı, hepsi bu... Aksi halde, 28 Şubat öncesinde İslami bir darbe “kanlı mı olacak kansız mı” diye soran Erbakan’ın dizinin dibinde de durmazdı bugünkü AKP’liler.

Ahmet Hakan, gözaltına alındığı sabah “Valla çok korktum” derken, mutlaka samimidir. Elbette faşizmin her türlüsünden korkmak lazımdır. Ve yine Ahmet Hakan gibi hem korkup hem posta koymaya devam etmek de lazımdır.

Faşizmden korkan demokratlar, işte bu korkuları sayesinde faşizme direnirler ve teslim olmazlar. Faşizmden korkan ama potansiyel olarak faşist ruh taşıyanlar ise faşizme direnmezler ve derhal teslim olurlar... Güçlü ve güncel faşizmin tarafını seçerler.

O halde? Mesela Yıldırım Türker saçına jöle sürmemeli, Ahmet Hakan’a kulak vermeli. (Bu arada “jöleli şahsın” neden jöle kullandığını öğrenmiş olduk, meğer vakti zamanında korkudan saçları öylesine dikelmiş, kirpileşmiş ki, ancak jöle ile yatıştırabilmiş...)

Çünkü Ahmet Hakan, geçmişte 28 Şubat’tan hem korkup hem konuşmayı sürdürdüğünü ispatladığı için...

***

Diyecekken, yazının tam burasında son dakika haberi geldi: Erbakan vefat etti... 1980 öncesi faşist MC hükümetlerinin ortaklarından ve 1990’larda İslamcı cenahtan darbenin “kanlı mı kansız mı olacak” lafını siyasi literatüre katmış olanlardan, Erbakan...

Haliyle yazının bundan sonraki kurgusu ve başlığı da farklılaştı. Erbakan’dan az önce söz etmiştim ve zaten ondan söz etmeden 28 Şubat’tan, 27 Nisan’dan ve hatta Ahmet Hakan’dan söz etmek mümkün değildi.

Aslında yazıya şöyle devam edecektim: Necmettin Hoca da 10 yıl sonra, yani 2007 yılında 28 Şubat’ı ancak idrak edebilmişti! Neden mi?

Çünkü 5 Mart 2007 tarihindeki bir yazımda lafa şöyle başlamıştım: Çift anlamlı kelimeler hinoğlu hindirler. “İdrak” kelimesi de öyle... Birinci anlamı, gündelik dilde sıkça kullandığımız “algılamak”. İkinci anlamındaki kullanımı ise özellikle resmi söylemde gündeme gelir; mesela, “Cumhuriyet’in 83. yılını idrak ettik” yani “Cumhuriyet’in 83. yılına eriştik, ulaştık” denir. Beş gün önce de 28 Şubat’ın 10. yılını idrak ettik ve bu arada öğrendik ki  Necmettin Hoca (Erbakan) da 10 yıl sonra, 28 Şubat’ı ancak idrak edebilmiş!

Ve çünkü 2006 yılındaki bir yazımda şöyle demiştim: 28 Şubattan altı ay kadar önce (ABD Başkan danışmanlarından) Alan Makovsky “Erbakan iktidara demokratik süreçlerle geldi, fakat kendisi kayda değer bir demokratik zihniyetten büyük ölçüde yoksun birisidir. Yapılması gereken ise Türk siyasetinin temel ilkelerini, (NATO; ABD ile savunma bağları) şimdilik izlemek ve ABD politikasında temel bir değişikliğe gitmeden evvel ince ayarlarla (fine-tuning) yetinmektir,” diye yazmıştı. Çevik Bir Paşa ise 28 Şubat günlerinde “ince ayar (fine-tuning)” lafını “balans ayarı” diye tekrarladığında aynen “dersini almış da ediyor ezber” durumlarındaydı.

İşte 2007 yılında Erbakan Hoca da, bu tespitimi tekrarlamış ve “28 Şubat’ın askerlerin değil, Alan Makovsky’nin hazırladığı Türkiye raporları çerçevesinde Türkiye dışında planlandığını” söylemişti. Yani mevzuyu 10 yıl sonra hakikaten idrak etmişti.

Yine bu yazımda, “Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” demiş ve şöyle devam etmiştim: Hoca da biz solcular da askeri darbe malulleriydik. Gerçi, Hoca’nın solculardan farkı “malul gazi” statüsünün ayrıcalığı olmaktaydı. 12 Mart döneminde, solcular zindanlara ve idam sehpalarına götürülürken, Hoca İsviçre’ye gitmiş ve 12 Mart sonrasında buradan özel olarak “getirtilmişti”. 12 Eylül sonrasında solcular yine zindanlara ve idam sehpalarına götürülürken, Hoca Zincirbozan’da misafir edilmiş ve sonrasında yine önü açılmıştı. Ayrıca 12 Eylül döneminde kendisi Zincirbozan’dayken, Evren Paşa kürsülerden onun yerine ayet okuyor, yokluğunu aratmıyordu; bu arada Hoca’nın fikirleri olmasa da kadroları iktidara yerleşiyordu. Belki de 12 Mart döneminden tek fark 12 Eylül döneminde televizyonda artık “hoca ile çekirge” dizisi yayınlanmıyordu! (Oysa bu diziyi ve repliklerini pek severdim. Bu dizide bilge bir Budist ve onun çömezi vardı. Çömez, bilge’ye “Peki ama hocam?” diye başlayan sorular soruyor, bilge de “Dinle çekirge!” diye başlayan cevaplar veriyordu.) 1994’lerden sonra Erbakan (lakabıyla müsemma) bir Hoca iken, Erdoğan da “çekirge” konumundaydı.

Uzatmayayım, dört yıl önceki yazımda lafı şuraya getirmiştim: Hoca 12 Mart’tan ve 12 Eylül’den sonra  sıçradı, ama 28 Şubat’tan sonra yani ÜÇÜNCÜ SEFER ÇEKİRGE SIÇRADI! Tarihin ironisi... Ama sebebi belliydi. Çekirge dersini almıştı; hocasının kızdırdığı ABD ve AB’yi bu sefer kendisine koltuk değneği kılmış ve ancak bu şekilde ayakta durabileceğini öğrenmişti. Yani çekirge  28 Şubat’ın encamını hocasından çok önce idrak etmişti...  Etmişti etmesine de... Bakalım bu ülkede koltuk değneklerine ihtiyaç duymadan, kendi ayakları üzerinde durabilen bir siyaset tercihi ne zaman idrak edilebilecekti?

Şimdi diyorlar ki, Erbakan 28 Şubat’tan korkmuştu.. Erdoğan ise 27 Nisan’dan korkmadı...

***

Neyse hayat devam ediyor ve bu yazı da haliyle Erbakansız devam ediyor....

Ama mevzu hakikaten korkmak ya da korkmamak mı?

Efendim, Adalet Bakanı Ergin meğer Ahmet Hakan’a telefon etmiş: “Polisin sabaha karşı otel basma uygulaması yanlıştır. Bu tür uygulamalar, ancak terör örgütüne yönelik baskınlarda ya da güvenlik güçlerinin can güvenliğinin tehdit altında olduğu durumlarda söz konusu olabilir” demiş.

Zaten baskın yaptığınız zaman “terör örgütüne baskın yapıyoruz” diyorsunuz, “fikir suçlusuna baskın yapıyoruz” demiyorsunuz, “haber yaptığı için, yazı yazdığı için baskın yapıyoruz” demiyorsunuz ki beyefendi!

Belli ki Osmanlı imparatorluğunun ihyasından önce bir Korku imparatorluğu yaratma peşindesiniz. Bakın sadece son 15 gün içinde meydana gelen üç olay bile bunun ispatı: Van’daki CHP toplantısına katılan gazeteci Nuray Mert’in bavulunun kilidi kırıldı. CHP’lilerle TV görüşmesi yapan gazeteci Soner Yalçın tutuklandı. CHP genel başkanıyla program yaptığının sabahında gazeteci Ahmet Hakan otelde gözaltına alındı.

Ve böylece sizler faşizmin iki kelimeden ibaret tanımının ne denli isabetli olduğunu da ispat ettiniz. Bir: terör. İki: Demagoji.

Bir: Terörize edeceksiniz, dehşet salacaksınız, korkutacaksınız. İki: İktidarınız döneminde 99. sıradan 138. sıraya indirdiğiniz basın özgürlüğü çıtasını, ABD’den daha ileriyiz diye yutturmaya kalkışacaksınız. Bozacılık yapacaksınız, kendinize tanıklık edecek liberallere de gönüllü şıra sattıracaksınız. Neymiş? Hükümetin son icraatları basın özgürlüğü çerçevesinde ele alınmamalıymış, bunlar darbe karşıtıymış.

Lakin faşizm kelimesiyle telaffuz edilen üçüncü kelimeyi unutmaktasınız:

Direnmek!