Bir çağlayanın, bir dağın, bir uçurumun, bir ağacın başında su değil, yel değil, yaprak değil deklanşör sesi çarpıyor kulağımıza. Cep telefonu değil elimizdeki, iman tahtası, yaşadığımız değil aslolan; çektiğimiz.

Ahvalimiz

DENİZ DOĞAN

Herkes bir gün on beş
dakikalığına ünlü olacaktır.

Andy Warhol

Biz bu hayatın her şeyine fiyat biçip ona değer katamayan fanileri, asgariyle azaminin ortasında kalakalmış takdir bekleyen vasat öğrencileriyiz. Korkutucu bir hızla gülümseyip solan sayısız fotoğrafın öznesi biz, nesnesi biz, fetişi biz. O fotoğrafların altına bırakılan like’lar, tombiş kalpler, davul tokmağı gibi havada sallanan baş parmaklar kadar yaşıyor hazzımız. Bu sanal panayırda “paylaştığımıza” gösterilen paha ölçüsüyle kurmuşuz kendilik bağımızı; kıldan ince kılıçtan keskin.

Hızla sevip hazla nefret ediyoruz. Like; ekşi bir surata, kalp; kırığa, başparmak; baş aşağıya dönüveriyor. Ve güzel ile beter bir havuzda toplanıp anonimleşiyor. Sonra hepsi bir beğeni skalası olup kataloğa doluşuyor; renk renk, sıra sıra. Biz de oradan seçiyoruz rengimizi. Ne düşerse şansımıza. Ara tonlarda yok işimiz. Sanal sahanın ortasında çalıyoruz düdüğü çıkarıyoruz kartı. Artık ortalamanın faşizmi mi olur, kanaat bekçiliği mi, mahalle baskısı mı...

Yankı odası diyorlar. Kendi sesimizden ibaret, çatlak sese tahammül gösteremediğimiz, bilgisiz fikriyatın at koşturduğu bu linç zamanında hem farklı görünmek için canhıraş bir çaba, hem de skala dışı kalmanın korkusu içinde tüketiyoruz her şeyi. Benim bir gizli bildiğim var demeye değil, sürgit bir doyumsuzluğa hapsetmişiz kendimizi ki, dönülmez geri.

Bir ağustosböceği gibi car car bağırıyor fotoğraflarda hal-i pür melalimiz. Buradayım hey! Gör gör! Paylaş! Beğen! Yiyip içtiğimiz, gezip tozduğumuz, gülüp eğlendiğimiz tüm fotoğraflarımızın başrolünde biz. Bu “cilalı imaj çağında” kendi temsilimizle dolmuş, ondan başkasına yüz vermiyoruz. Tek manşetimiz kendimiz tek derdimiz nasıl göründüğümüz.

Bilmiyoruz bu bir yere sığdıramadığımız, bu boşluk zannı veren varlığımızı kime bağışlayacağımızı. Doldukça boşalıyoruz. Kaydırıp duruyoruz hayatımızı. Kitap, kahveye iliştirilmiş nesne, gülüşler plastik, mevsimler bir örnek, zaman avare olmuş akıyor da akıyor billur tuz misali.

Ağız tadıyla yaş almayı zul sayan zombiler gibi dolaşıyoruz. Anılar yüz çizgilerinde can bulmasın, kaç kez gülmüş, ne ağlamış görmesinler diye kalmışız yılların ortasında gergef bir suratla.

EMOJİ ÇIKTI SÖZ BİTTİ

Neyse halin çıksın emojin. Elimizde sarı kafalı bir alfabe, hissiyat atlasımız emojilerle açılıyor. Ama bazen onlarca sarı kafa arasında hangisini seçsek biraz eksik. Halimizin arzuhaline yetemiyor emoji.

ZARF MAZRUFU YENDİ

Söze değil şekle, paragrafa değil aforizmaya, habere değil magazine dönüşüyoruz. Ama her daim bir bileniz her şeyde; bir eleştirmen, bir filozof...

Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz. Biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz.* Elde onca güleç fotoğrafla bir yere sığışamıyoruz.

Kanımızda sahte şiirler, afaki sözler, teyide aç haberler, doğruluğuna iman ettiğimiz yanlışlar yayılıyor. Bir kuyuya bağırır gibi kendi sesimiz çarpıyor ha çarpıyor suratımıza.

Bir yanlışı çoğaltıp duruyoruz. Sonsuz bir dikkat dağınıklığında ilgimizin ömrü de fotoğraflar kadar kısa.

“Köreldi beş duyumuz. Ne dokunabiliyor, ne koklayabiliyoruz.

Bakıyor görmüyoruz.

Tadıyor doymuyoruz.

Duyuyor anlamıyoruz."

Bir çağlayanın, bir dağın, bir uçurumun, bir ağacın başında su değil, yel değil, yaprak değil deklanşör sesi çarpıyor kulağımıza. Cep telefonu değil elimizdeki, iman tahtası, yaşadığımız değil aslolan; çektiğimiz. Orada kendini mutlu hissediyor, şu anda buradaydı diye diye yağıyoruz konfeti gibi başkalarının üstüne. Sonra başka fotoğraflar da bizim üstümüze. Ne gözde kalıyoruz ne gönülde. Sonsuz bir irtifa kaybıyız, düştükçe düşüyoruz. Yok, ardımızdan mendil sallayan. Bir parmak hamlesiyle kaydırıp geçiyorlar. Tıpkı bizi beğenenlerin de kalplerini bırakıp geçtiği gibi, tıpkı bizim de yaptığımız gibi. Altta kalanın canı çıksın. Herkesin “mutluluğu” diğerini bastırsın.

Yaşayıp anlamadığımız, semirdikçe acıktığımız, elde ettikçe daha daha istediğimiz, istedikçe yitirdiğimiz, bir anlam, bir boşluk, bir yağmurda ağlama hissiyatıyız. Bir dal link kesmiyor, fiber hız yetmiyor, internetsiz bir gün tarif edilemiyor.

Her fani bunu tadacak. Yazılsın en kırmızı harflerle. Ne kalacak bu “meşhuriyet çağından” geriye?

*Şükrü Erbaş şiiri