İleride bugünlere dönüp baktığımızda 2020, iktidarın Türkiye’yi hızla karanlığa sürüklediği ve hak temelli dünya düzeninden koparttığı yıllar arasında yer alacak. Yerel mahkemelerin anayasa mahkemesi kararlarını tanımadığı, anayasada bağlayıcı olan AİHM kararlarının iktidarı bağlamadığı bir yıl olarak tarihe geçecek. Üstelik tüm bunlar Saray eşrafının “hukukta ve ekonomide reform” iddialarının dile geldiği döneme denk gelirken…

Anayasaya uymamak bir hukuki seçenek değildir, bir siyasi tercihtir. AİHM kararlarını uygulamamak bir hukuki seçenek, bir hukuki tercih değildir; tam olarak bir siyasi tercihtir. Üstelik bu siyasi tercih aynı zamanda, kurucusu ve 72 yıldır tam üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nden vazgeçmektir. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ilkelerinin savunucusu olan Avrupa Konseyi’nden vazgeçmek demek bu değerlerin kurucu iradesi olan Türkiye’nin bu değerler üzerinde inşa edilen dünya düzeninin ortağı olmaktan vazgeçmesi anlamına gelir.

Derin bir hukuki analiz yapmayacağım, ne hukukçuyum ne de gerçekte derin bir hukuki analize ihtiyaç duyulacak bir durum var. Ortada açık bir siyasi tercih var.

Türkiye, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasiyi savunmak üzere 1949 yılında Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biri oldu. 72 yıldır da Avrupa Konseyi’ne üye. 1954 yılında, Menderes’in başbakanlığı döneminde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf oldu. 1987 yılında bireysel başvuru yetkisini tanıdı. 1990 yılında AİHM’in zorunlu yargı yetkisini kabul etti. Anayasa’nın 90. maddesinde 2004 yılında, yani AKP iktidarı döneminde yapılan bir değişiklikle Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerde yer alan hükümlere ulusal norm hiyerarşisinde üstünlük tanındı. Tüm bunlar hukuk devleti olmanın gereklilikleriydi.

Bu tarihsel perspektiften bakılınca “AİHM bizi bağlamaz” yaklaşımı, Sarayın şahsım düzeninin “hak temelli demokratik dünya” düzeninden kopuş kararlılığını tescilliyor.

AİHM gerekçeli kararının detaylarına girmeyeceğim, ancak kısaca ne olduğunu not etmek önemli. AİHM kararı elbette Demirtaş’ın serbest bırakılmasını gerektirir, bu kısmı şüphesiz. Karar tutuklamanın esas amacının tartışmaya yer bırakmayacak şekilde demokrasinin aşağı çekilmesi olduğu, Demirtaş’ın tutuklanmasının münferit bir örnek olmadığı, tam tersi “belirli bir örüntü izlediğine” işaret ettiği ve 2015’ten beri yaşananların Saray Düzenini resmen kuracak olan Başkanlık sistemine geçiş süreci olduğunu da tespit ediyor. Hatta karar “Demirtaş başta olmak üzere ama sadece Demirtaş’la sınırlı olmayacak şekilde, tüm tutuklu siyasilerin” serbest bırakılmasını zorunlu kılıyor.

Esasında bu karar uzun süre iktidara pek de toz kondurmamış olan Avrupa’nın yıllarca bu ülkenin siyasetçilerinin, aydınlarının, halkın tüm dünyayı iktidarın hukuk devletini yıkıp yerine Sarayın şahsım devletini kurduğuna dair gerçekliği ancak görebildiğine işaret. Bu kısım başka bir yazının konusu olsun şimdilik…

Karara dönersek, AİHM Büyük Daire kararları nihai ve kesin kararlardır. Açıklandığı anda hüküm doğurur. Konsey üyesi tüm ülkeleri bağlar. Elbette bizi de. Bu kararı uygulamamak, kurucu üyesi olduğumuz Konsey üyeliğimizin askıya alınmasına, ardından da Konsey’den atılma noktasına kadar varabilir. Böylesi bir kopuş, siyasi ve toplumsal olduğu kadar ekonomik sonuçlar da doğuracaktır.

Saray AİHM’in son kararına dair şu ana kadar hiddetli açıklamalarıyla tercihini yapmış gibi görünse de, nihai olarak yapacağı siyasi tercih Türkiye’nin hem bugününü hem geleceğini belirleyecek.

AİHM’in kapısını siyasi kariyeri boyunca 10 aylık hapis cezası, adli sicil kaydının temizlenmesi ve milletvekili seçilebilmek için 3 kez çalmış olan, 2004’te Başbakanlığı döneminde AİHM kararlarının anayasa hükmüne dönüştüren Erdoğan bugün AİHM kararlarını Türkiye’nin iç hukuk sistemine siyasi bir müdahale olarak değerlendiriyor. İnişli-çıkışlı gibi gözükse de AİHM ve Erdoğan’ın siyaseti arasındaki ilişkinin itici gücünün hukuk ve ülke yararını gözeten bir çerçeveden ziyade hep Erdoğan’ın kendi iktidarını güvence altına almak olduğu çok net.

İşte bu çerçeveden baktığımızda Saray rejiminin AİHM’in son kararının dayandığı tespitlere ve kararın kendisine neden bu kadar şiddetli bir tepki gösterdiği de aynı derecede net. Saray iktidarı, yıllardır adım adım demokrasi, insan hakları, hukuku esas alan kurumların hepsini yıktı, yerine bir avuç imtiyazlı azınlığı gözeten keyfi, şahsi, despotik bir Saray rejimi inşa etti. Bunun değişmesi demek kendi iktidarının değişmesi demek. Kendi varlığının devamı, kurduğu rejimin devamına bağlı. Atacağı tüm adımların, yapacağı tüm pazarlıkların, ülkenin geleceği, 83 milyonun yarınıyla ilgili bir kaygıyla şekillenmeyeceği çok açık.

Türkiye’nin her alanda yaşadığı büyük çöküşün, bu derece ağır ve çok boyutlu bir buhran yaşıyor olmamızın sebebi işte bizzat bu siyasi anlayış, bu siyasi tercih!

Bu buhranın aşılabilmesi için farklı siyasi tercihlerle şekillenecek yeni bir düzene ihtiyacı var Türkiye’nin. Yeni bir iktidara, yeni kurallara, yeni kurumlara ve yeniden Cumhuriyet’i ayağa kaldırmaya ihtiyacımız var. Demokrasi, insan hakları, hukukusun üstünlüğü ilkelerini savunan, her zeminde büyüten bir geleceği kurmaya ihtiyacımız var. Kendi iktidarını değil ülke yararını gözetecek bir yeni siyasete ihtiyacımız var.