Türkiye, peş peşe gelen ‘siyanürlü’ aile intiharlarıyla sarsıldı. Önce İstanbul Fatih’te yaşları 48 ila 60 arasında değişen Cüneyt, Oya, Kamuran ve Yaşar Yetişkin kardeşler, dairelerinde yaşamlarına son verdi. Kapılarında siyanüre karşı uyarı notu vardı.

Bir hafta sonra, Antalya’da bir apartmanın 8. katında 4 kişinin cesedi bulundu. Selim, Sultan Şimşek ile çocukları Ceren ve Ali Çınar’a ait olduğu tespit edilen cenazelerin ön incelemesinde siyanür çıktı.

4 gün önce ise iş insanı Bahattin Delen ve eşi Zübeyde Delen ile 7 yaşındaki çocukları Ali’nin İstanbul Bakırköy’deki bir evden cenazeleri çıktı. Savcılık, “Baba, eşini ve çocuğunu siyanürle zehirledi, ardından intihar etti” dedi. Üç aile intiharı da ekonomik temelliydi.

Ancak iktidar odağı, ‘ekonomi-çaresizlik’ ilişkisini, “AKP’yi yıpratma malzemesi ve akıl tutulması” olarak değerlendiriyor. 18 yıldır olduğu gibi özeleştiri de neden-sonuç ilişkisine ait bütünsel bir çıkarım da yok. Büyük ve simsiyah resme, farklı açıdan bakılmak isteniyor: “Kabahat siyanürde. Öte yandan babanın ya da bir aile üyesinin karar verip, diğerlerini peşinden sürüklediği vakalar önce cinayet.”

İktidar, bu açıklamaları yaparken, Türkiye’yi içine soktuğu ekonomik kriz ve sebep olduğu toplumsal çürümenin yanı sıra istatistikleri de görmezden geliyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) en güncel verileri 2018’e ait. Buna göre geçen yıl 3 bin 161 kişi intihar etti. Bu günde ortalama 9 kişi demek.

2000’lerin başında yıllık 2 binli rakamlarla ifade edilen intiharlar, 2012’den itibaren 3 binli sayılara ulaştı. Yine TÜİK’e göre, 2002-2018 dönemi arasındaki 17 yılda, 50 bin 378 kişi hayatına son verdi. Tüm dünyadaki araştırmalar, intiharların savaş ve ekonomik kriz dönemlerinde arttığını gösteriyor.

SİYANÜR TEK SUÇLU DEĞİL

Sosyolog-Antropolog ve yazar Süreyya Su, artan intiharlar ve siyanür vakalarını değerlendiriyor: “Kesin sonuca gitmek için verilmiş kararlar. Başka teşebbüsler gibi değil. Aralık kapı bırakmıyor. Bir mesaj isteği taşımıyor. Vakaların hepsi özel alanda, engel istenmiyor.”

Su, “Diğer teşebbüslerde bir umut ya da dikkat çekme isteği vardır” diyor: “Siyanürü suçlamak ya da yasaklamakla, bu vakalar çözülmez. Bütün umutların tükendiğinin hissedildiği anlarda alınan kararlar. Bu duruma gelenler, başka yollar da araştırıp bulurlar.”

İntiharları, cinayet olarak görmek mümkün mü? Su’ya göre dışarıdan bakılınca olgu öyle görünse de tam olarak mümkün değil. Konuya ilişkin değerlendirmesi, Türkiye’nin sadece ekonomik olarak dibe vurmadığını aynı zamanda büyük bir toplumsal çürüme içinde olduğunu da teyit ediyor:

DEVLETE-TOPLUMA-MAHALLEYE GÜVENMEYEN BABA REFLEKSİ

“2 vakada baba, çocukları peşinden sürüklüyor. Çocuklar, kurban olarak görülüyor. Çünkü aile, kendisinden sonra çocukların büyük bir risk ile karşı karşıya kalacağını düşünüyor. Bir nevi ‘Koruma- kurtarma’ refleksi. Devlete güvenmiyor, mahallesine güvenmiyor, akrabalarına güvenmiyor.”

Süreyya Su, konuyu çarpıcı örneklerle derinleştiriyor: “Öyle güvencesiz bir toplumda yaşıyoruz ki, yaşlı bir adamın, bir çocuğun başını okşamasına bile endişe ile yaklaşıyoruz. Suçların üzeri örtülüyor. Yozlaşma derin. Kaygılar evham olarak görülemez. Dayanakları var.”

Çürümüş bir toplumda esas sorunlar başka tehlikelerle birlikte ele alınıyor. Büyük İstanbul depremi tartışılırken hemen arkasından muhtemel deprem sonrası yaşanacak cinsel saldırıları, çocuk istismarını, yağmaları ve organ mafyası ihtimalini göz onunda tutmak tam olarak söz konusu yozlaşmayı anlatan örneklerden bir kaçı.

Süreyya Su, başka önemli bir noktaya da değiniyor: “İnsanları ayakta tutacak, politik araçlar, dayanışma, direnme, ortaklaşma duygusu kalmadı. Yarına ilişkin umutsuzluk büyüyor. Kapitalizm ve neoliberalizmin temel soruna ilişkin. Bireyler sadece tüketici olarak muhatap alındıklarının farkında. Bu ortam yalnızca, yaşamdan vazgeçmeyi körüklemiyor. Birey tek başına kurtuluşu esas aldığı için kimi durumlarda da benliğinden feragat edip, kişiliğini öldürüyor.