Kadıköy’den Moda’ya doğru yürüyordu. Kulaklıklarında bir Janis Joplin şarkısı yükselmeden önce her zamanki yerden simit almak için durdu. “Taze abla bunlar, yeni geldi” dedi simitçi. Bu sefer doğruydu da. Zaten “tazesinden ver” diyen bir simit alıcısı olmamıştı hiçbir zaman. Diğer konularda bu kadar kaderci değildi oysa. Oldukça seçiciydi. Hatta her şeyi bir seçim mevzusuna dönüştürmekte çok başarılıydı. Taksim yerine Kadıköy’ü, Beatles yerine Rolling Stones’u tercih etmesinin nedenlerini çok ciddi bir tavırla anlatırdı. Tutkulu bir şekilde sebeplerini sıralar ancak karşı tarafı ikna etmeye çalışmazdı.
Bozuk parası hazırdı cebinde. Moda’da bir çay eşliğinde yemeği istiyordu simidini ama dayanamayıp, bir köşede durup beş dakikada yedi. Sonra kulaklıklarında Joplin şarkısıyla, elleri ceplerinde ilerledi. Akşam olmadan varmalıydı Moda’ya. Kitabının son sayfalarını oraya saklamıştı. Bir ağaç altına oturup okusa, yoldan geçen adamlar rahat bırakmayacaklardı, biliyordu. Sırf kadın olmak, bazı sokaklarda, bir köşede oturup kitap okumaya engeldi. Kitabının son sayfalarını okuyacak olmasa denerdi belki şansını. Yorgun da olmasa laf atan adamlara hayatlarının dersini verebileceğine bile inandırabilirdi kendini. En yakın arkadaşına, bir hafta boyunca olumsuz cümleler kurmama, olumsuz şeyler düşünmeme sözü vermişti vermesine ama “aile çay bahçesi” yazısını gördüğü an kafasından üç olumsuz düşünce geçmişti bile. Aileniz de, çayınız da, bahçeniz de sizin olsun dedi içinden. Herhangi bir olumsuzluk eki içermiyordu cümle. Söz bozulmuş sayılmazdı. Deniz havası iyi gelecek bana diye geçirdi içinden. Deniz havası ona her zaman iyi gelmişti. Çaydan vazgeçti. Kitapla arasına ne çay girmeliydi ne de garson. Tatil günlerinde, çalıştığı günlerden daha fazla işinin olması büyük haksızlıktı. “Bunun acısını çıkartmak lazım gelir” derdi şimdi en yakın arkadaşı olsaydı. Şarkı bittiğinde ayak sesleri duydu. Arkasından birinin yürümesinden rahatsız olurdu. Takip ediliyormuş gibi hissederdi. Kaç kere huzursuz olup, arkadan gelenin gerçekten onu takip edip etmediğini anlamak için bir anda durmuş, çantasında bir şey arıyor gibi yapmıştı. Sırf kadın olduğu için miydi bu da? Erkek olsa yine böyle korkar mıydı? Yine durdu bir anda. Geçip gitti arkasından gelen. Kadınmış meğer. Yan tarafta duran adam bu geçen kadını iyice süzdü, arkadan nasıl göründüğüne bakmayı da ihmal etmedi. Bu bakışlarla abartısız her dışarı çıktığında karşılaşmaktan öyle bıkmıştı ki. “Bakmak” her insanda farklı bir şeye dönüşebiliyordu. Şarkı dinlediği falan yoktu artık. Yine de kulaklıklarını çıkarmadı. Laf atmaya kalkanlar, duymayacağını düşünüp de vazgeçerlerdi belki. Annesi uzun zaman önce göz yaşartıcı sprey vermişti zorla. Hiç kullanmamıştı. Belki içinde su vardı. Sinirlerini bozan, ona (ve büyük ihtimalle çoğu kadına) dünyayı, Kadıköy’ü dar eden bütün adamların gözlerine sıksaydı bu spreyden ne rahatlardı. Birçok kadının intikamını almış olurdu. Belki de ona böyle şeyler yaptıran insanlarla yaşamak zorunda olduğu için üzülürdü.
Kitabının son sayfalarını okumak için yanlış bir gün seçmiş olmalıydı; sevgilisiyle karşılaştı. İnsanın yolda sevgilisiyle karşılaşması ne tuhaf şeydi. İlk buldukları cafede bir şeyler içtiler, ayrılmadan önce öpüştüler. Yanlarındaki adam “burası aile yeri, nereye gidecekseniz gidin bir an önce de insanları rahatsız etmeyin” dedi. Böyle anlarda söylenecek en doğru şeyler aklına hep sonraları gelirdi. Öpüşmeleri mi rahatsız etmişti adamı? “Aile yeri” ne demekti? Aile yerlerinde öpüşmeye yer yok muydu? Sadece aile olanların gelebildiği ve öpüşmenin yasak olduğu yerler miydi bu mekânlar? Olumsuz şeyler düşünmeme, olumsuz cümleler kurmama sözü tamamen bozuldu. O gece kitabının son sayfalarında şöyle bir cümle okuyacaktı: “Bu kadar haksızlık, cinayet, savaş ve açlığın olduğu bir dünyada hala bir şeyleri, birilerini sevebildiğimiz ve bunu göstermekten çekinmediğimiz için mi nefret ediyorlar bizden?”