“Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara” der Aiskhylos; ateşi çalması günahsa bile, insanlığı yok olmaktan kurtaran günah sayar onu, ilerlemenin kıvılcımı

Aiskhylos’tan Marx’a

George Thomson’ın ‘Tragedyanın Kökeni-Aiskhylos ve Atina’ adlı yapıtında, ilkel aşamalarında kabile toplumunun dini olan totemcilik uzunca anlatılır. Kabileyi oluşturan klanlardan her biri ‘totem’ denilen bir doğal nesneyle bağıntılı, klan kişileri kendilerini kendi totemleriyle akraba sayarlar. Totemi yemek ve aynı totemin üyeleri arasında evlilik yasaktır.

Totem türlerinin artması için yapılan çoğaltma törenlerinde gerçek eylemin bir tür alıştırması ve tamamlayıcısı olan ilkel büyü, gerçekliğin kontrol altına alındığı yanılsamasını yaratır. Üretim tekniği gelişip yeni yiyecek kaynakları ortaya çıktıkça ekonomik tabanını yitiren totemcilik, düzen için onay sağlayan dinsel sisteme dönüşecektir. Geriye kalan, akrabalık duygusu, dıştan evlenme uygulaması, belli bir hayvan ve bitki türünün yenmesine karşı biçimsel tabudur.
Dıştan evlenmenin başlangıçtaki işlevi, klanlar arasında yiyeceklerin dolaşımını sağlamaktır. İnsanlar tek başına avlanmaya başladığında, artık bireysel olan üretim tarzıyla, hâlâ kolektif olan tüketim tarzı arasında bir çelişki ortaya çıkar. Özel mülkiyetin ve ailenin tohumu işte bu çelişkidedir. Klanlar eşit değildir artık, işbirliği yarışmaya dönmüştür. Kabilenin yapısı ekonomik değişikliklere bağlı olarak dağılınca insanların ve hayvanların birbiriyle akraba oldukları fikri son bulur; yabanıl çığlıkları, kendinden geçme hareketleriyle yansılama töreni şiir, müzik, dansa dönüşür.

Mal sahipliği, sığırların evcilleştirilmesiyle mevzi kazanırken (İngilizce ‘büyükbaş’ anlamına gelen ‘cattle’ ile sermaye anlamına gelen ‘capital’ kelimeleri aynı Latince kökten gelmektedir) biriken servet toplumsal eşitsizlikleri büyütür. Mülkiyet erkek çizgisinde kalsın diye, kadın mirasçı kendi klanı içinden biriyle evlenmeye zorlanıyordur artık. Kabile sisteminin yapısının dayandığı dıştan evlenme ilkesi ve kadınların görece özgürlüğü mülkiyet çıkarlarına feda edilmiştir.
Kitabının uzunca bir bölümünde Kader Tanrıçası Moirai’ye işaret eder Thomson. Sözcüğün temel anlamı pay ya da bölümdür. Et Moira’sı eşit olarak kura ile dağıtılmaktadır başlangıçta. Özel mülkiyetin büyümesiyle kuranın kullanımı sınırlanır, halk arasındaki Moira kavramı da, her insanın yaşamda payını saptayan tanrıçalara dönüşür. Moira’ların dişi biçimde kavranılışı anaerkilliğin işaretidir ancak mülkiyet düzeninin yeni tanrıları üstün gelir, kabilenin yerini devlet alır, topluluk bölünür.

Eski Yunan demokrasisi, temelde, sıradan halkın yitirilen eşitliği yeniden ele geçirme arayışı, daha yüksek düzeydeki bir kabile demokrasisine dönüştür. Atina’da büyük paraların harcandığı devlet kurban törenlerinde etin halka dağıtılışı aşağı sınıflara et yeme fırsatını sağlamaktadır, ilkel klanların komün şenliğinden buralara düşülmüştür işte. İlyada’da, bugün de süregiden mücadelenin özünü dair ipuçlarını okuruz: “Kavgada en önde olmalıyız ki, halk, yağlı sürülerimizle beslenen ve en güzel şaraplarımızı içen bu bizim krallarımız dövüşebiliyor diyebilsinler.”

Atina demokrasisinin proletaryası, kölelerdir. Aiskhylos, bu sınıfı kendi demokrasi anlayışının dışında tutan bir ılımlı demokrat olarak, Tanrı Zeus ve ateşi çalan Prometheus’un uzlaşmasıyla simgelenen ‘zıtların ortalamada birleşmesi’nin savunucudur. Bu elbette, toprak sahibi aristokrasi ile yoksul serfler arasında yükselenlerin ideolojisidir. Başarıldığını gördüğü bir orta sınıf demokratik devrimini övmektedir Aiskhylos, biriken çelişkileriyle demokrasinin yok olup gitmesine sadece birkaç adım kalmıştır oysa. “Tragedya şenlikleri sürüyordu ama ilgi sahneye koyma ustalığına, oyunculuğa dönmüştü; özellikle de toplumsal yaşama güvenini yitirmiş bir seyirciye Aiskhylos’un eski moda kolektivizminden çok daha çekici gelen haince bireyciliğiyle Euripides’in zamanı gelmekteydi. Yaratıcı bir güç olarak tragedya sanatı yoktu artık; çağdaş Avrupa burjuva devrimi onu bir kez daha yaratıncaya kadar.”

Toplumsal dayanışma ruhunu yitirmiş yığınların suç ortaklığıyla şark usulü bir despotizmi sürdürüp giden Türkiye’de 24 Haziran seçimleri sonrasında orta sınıflara da hitap edebilecek türde bir uzlaşmanın altyapısı hazırlanıyor bugünlerde. Seçime dayalı oligarşilerin yani modern demokrasilerin dünya ölçeğindeki krizine çözüm, yerden göğe ne buldularsa yağmalayan egemenlerin mülksüzleştirilmesi olabilir mi? Bilemiyoruz, kapitalizmin bu evresinde böyle meseleleri kamusal alanda konuşup tartışmak, hatta bunu gizli gizli düşünmek bile neredeyse tabu çünkü.

“Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara” der Aiskhylos; ateşi çalması günahsa bile, insanlığı yok olmaktan kurtaran günah sayar onu, ilerlemenin kıvılcımı. Olympos’a yeniden kabul edilmek için uğraşan bir yakarıcıdır aslında, ‘Yakaranlar’da koroyu oluşturan ve mal-mülk uğruna akraba evliliğine isyan eden Danaos kızları gibi toplumdışı biridir Prometheus. Bütün sanatlardır, ilk olarak da başkaldırı; komün şenliklerinde coşkuyla haykıranların seslerini Marx’ta yangına dönüştüren ateştir Prometheus:

“Çağdaş burjuva toplumu, çağırdığı cehennemî güçlere artık söz dinletemeyen bir büyücüye benzemektedir. Düşünceleriniz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür; hukukunuzun da, sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş iradesinden başka bir şey olmaması gibi. Bizim istediğimiz, emekçinin yalnızca sermayeyi artırmak amacıyla yaşadığı ve ancak egemen sınıfın çıkarının sınırları içinde yaşayabildiği bu acıklı sahiplenme biçimini ortadan kaldırmaktır. İnsanı biçimlendiren ortam ise, bu ortam insani kılınmalıdır.”