“Bizde, Avrupa’da” (chez nous, en Europe/şe nu an örop) sözleriyle başlardım İnsan Hakları Avrupa Hukuku (İHAH) derslerine. Çoğunluğu Fransız, öğrencilerin gözlerinden ve yüz ifadelerinin değişiminden, ne düşündüklerini anlayabiliyordum. İHAH oluşumunda Türkiye’nin yerini ve evrim sürecini anlatınca, bakışlardaki tuhaflık normale dönüyordu.

Evet, Türkiye, İnsan Hakları Avrupa Hukuku içinde ve onun ayrılmaz bir parçası.

Bunun ve BM İnsan Hakları hukukunun Türkiye açısından temellerini, 1945’ten itibaren CHP Hükümetleri attı; 1950’lerde DP Hükümetleri sürdürdü… 1980’lerde ANAP hükümetleri somut adımlarla devam etti; koalisyon hükümetleri önemli katkılar sağladı ve AK Parti Hükümetleri bunları ilerletti.

Birkaç hatırlatma:

-Avrupa Konseyi kuruluşuna ve İnsan Hakları Sözleşmesi hazırlığına katılım (1949-50),

-Sözleşme’nin iç hukuka dahil edilmesi (1954),

-Sözleşme’nin askıya alınmaması için askeri yönetimin çabası(1981-82),

-Bireysel başvuru hakkı ve Avrupa Mahkemesi yetkisinin tanınması(1987, 1990).

-Olağanüstü hal uygulamalarından kaynaklanan insan hakları ihlalleri ve Kıbrıs davaları nedeniyle ağır tazminat yükü(1990’lar),

-Ölüm cezasının Anayasa’dan çıkarılması ve İHAS’a ek 6 no.lu protokol onayı (2001-2002, DSP-ANAP ve MHP güçbirliği Hükümeti),

-Ölüm cezasının her koşulda kaldırılması ve İHAS’a ek 13 no.lu protokol onayı (2004/AKP),

-AYM önünde bireysel başvuru hakkı tanınması (2010) ve pilot kararlar sonucu Avrupa Mahkemesince iade edilen dosyaları çözüme bağlamak için Ankara’da bir tazminat Komisyonu kurulması (2013).

Özetle; Türkiye, insan hakları Avrupa standartları için “hükümetler-ötesi” bir “Devlet politikası” geliştirdi. Bu yolda, sivil toplum da çok çaba gösterdi. Bu süreçte ülkemiz bedeller de ödedi, akçasal değil sadece; insan hakları karnesi en kötü olan ülke şeklinde teşhirle.

Yaşam hakkı ve düşünce özgürlüğü ihlalleri, işkence ve kötü muamele, mülkiyet hakkı ve toplanma-gösteri özgürlüğü ihlalleri, adil yargılanma hakkı ihlalleri, “Türkiye’nin insan hakları karnesi”nde hep ilk sıralarda yer aldı.
Özellikle, AYM’ye bireysel başvuru ve tazminat komisyonu sayesinde sayısal azalmalar olsa da, “insan hakları karnesi” hayli sorunlu.

15 Temmuz gecesi korkunç darbe girişimi, “ihanet şebekesi”nin ahtapot gibi nerelere kol ve kanat gerdiğini toplumun görebilmesi için vesile oldu. Bunlar sadece, buzulun görünen kısımları…

Doğru, darbeci “halk düşmanları”, en ağır yaptırımları hak ediyor. Fakat, onlara hak arama yolları açmamak ve bu şebekenin örülmesine katkı sunanlardan da hesap sormak için, “insan hakları hukuku” gerekleri göz ardı edilmemeli.

Bir kez, Sözleşme askıya alınmadı ve yargısal denetim yolları sonuna kadar açık. (Amerikalı gazeteci soruyor: Fetö’nün iadesi durumunda, olağanüstü koşullarda adil yargılanması mümkün mü? Yanıtım: Türkiye, ABD’ye bunun güvencesini verir; Avrupa denetimi ise, başlı başına güvence…).

Sonra, işkence ve kötü muamele yasağı devam ediyor.

Nihayet, adil yargılanma hakkı da güvence altında.

Ya ölüm cezası?

Geri getirilirse eğer, Hükümet;

-Fetö ve kaçan darbecileri ülkeye geri getiremez.

-Türkiye’yi İnsan hakları Avrupa mekânı dışına çıkarmış olur.

-İnsan hakları mirasına ihanet etmiş olur.

İnsan hakları mirasının oluşmasına AK Parti hükümetleri dahil bütün hükümetler katkıda bulunduğuna göre, olası bir ihanetin muhatapları:

-En başta AK Parti hükümetleri,

-Sonra, Menderes ve Özal gibi AK Parti kurmaylarının sürekli sahiplendiği liderler,

-Nihayet, insan hakları kazanımları hükümetler ötesi olduğuna göre, bütün Türkiye.

Kim kazançlı çıkar? Başta Fetö olmak üzere halk düşmanı darbeciler. İdam cezası ise, adamların en büyük kozu olacağına göre, kaybeden, Türkiye olur…

Şu halde, şimdi, her zamankinden daha çok sarılmanın zamanı İnsan Hakları Avrupa Hukuku mirasına, hem de, “chez nous, en Europe” sloganıyla.