Ak sakallı dede denince, herkes gibi ben de, insanın rüyasına girip bilmece gibi laflar eden melek yüzlü yaşlı adamları düşünürüm. Aslına

Ak sakallı dede denince, herkes gibi ben de, insanın rüyasına girip bilmece gibi laflar eden melek yüzlü yaşlı adamları düşünürüm. Aslına bakarsanız, rüyalarımda bile biraz çekinirim onlardan. Hemen toparlanasım, ayağa kalkıp özür dileyesim gelir. Neden özür dilediğimi bilmesem bile.
Bu tedirginliğim, korkudan değil saygıdan olsa gerek. Çünkü bilge adamlardır bunlar. Bu dünyada bunca vakit geçirdiklerine göre, bu vakti iyi değerlendirdiklerini düşünürüz. Onlara itibar eder, yer açar, güven duyarız. Anlayışlı ve sevecen olduklarını varsayarız. Bilgelik bunu gerektirir. Değil mi ki, bunca tecrübeyi geride bırakmış, bizim gitmediğimiz yollara gitmiş, henüz tabi tutulmadığımız sınavlardan geçmişlerdir.
Oysa, her sakallı aynı olmuyor belli ki.
Geçen gün, bir kaç öğrencimle üniversite civarındaki simitçilerden birinin önüne yayılmış çay içerken, camiden çıkan yaşlılardan biri yanımıza yanaştı. İlk bakışta,  nur yüzlü bir adam. Tam rüyalarınıza girecek türden biri. Bir şey mi soracak acaba diye yerimden kalkacak gibi oldum. Fakat o, kızlardan birine yaklaştı. Kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Duyamadık. Tekrarladı. Hem de avazı çıktığı kadar bağırarak: “O içtiğin zıkkımın tadı güzel mi bari?” Öğrencim renkten renge girdi. Elindeki sigarayı nereye koyacağını şaşırdı. Dedesi yaşında bir adama terslenemeyecek kadar edepli olduğu için, kibarca bir şeyler söyleyip konuyu kapatmak istedi. Ama o böyle davrandıkça, adam gemi azıya aldı. Ona biraz daha söylendikten sonra sıradakine geçti. Bu seferki, uzun saçlarını arkasında toplamış bir oğlandı. Elini attığı gibi, çocuğun at kuyruğuna yapışıp çekiştirmeye başladı.
Anlaşılan, bizim nasibimize korkulu rüyalara giren cinsten bir ak sakallı dede düşmüştü.  Üstelik öyle kolay pes edeceğe de benzemiyordu. Öyle sıradan gidiyordu. Elbet benim de sıram gelecekti. Bekliyordum. Çocuklara yaptıklarını izlerken, asfalyalarım atmış, bu adamın bir sene boyunca göreceği bütün kabuslarda yer alacak şekilde davranmaya karar vermiştim. Ak sakallı dedeler adabı değiştiğine göre, rüyalarla ilgili kuralları da gözden geçirmenin zamanı gelmişti belki de. Hep onlar mı bizim rüyamıza girecekti?
Fakat sıra bana gelemeden, bu manzaraya şahit olan garson dışarı çıkıp adamı püskürttü ve ak sakallı dedenin toplumu düzeltme faaliyetleri de böylece nihayete ermiş oldu. En azından o gün için. Bu durumda, adamın kabuslarına ayırttığım sezonluk bileti gönülsüzce de olsa iptal etmek zorunda kaldım. Ama öfkem geçmedi.
Öğrencilerimden ayrıldıktan sonra oturup düşündüm. Sokakta hiç tanımadığı birinin saçına yapışma cürretini gösteren, bir diğerinin hayatına böyle fütursuzca dalabilen bu insanlar nereden çıktı? Eskiden onaylamaz bakışlar atarak ya da dillerini şaklatarak geçerken, şimdi aradaki mesafeyi nasıl olup da aşıyor ve başkalarına ellerini uzatabiliyorlar?
Sonra farkettim ki, sınırlar bir kez aşıldıktan sonra, sokakta birinin saçına yapışmaktan onu ateşe vermeye kadar giden yol çok da uzun değildir aslında. Bu adamın yirmi sene önceki halini hayal ettim: Sivas’ta Madımak Oteli’ni kundaklayanlar onun gibilerdi. Otuzbeş kişi alevler içinde çırpınarak ölürken, onları keyifle seyreden o korkunç kalabalığı hatırladım. Dışarıda ellerinde sopalarla yangından kurtulanları linç etmek için bekleyenler, öğrencilerimi tartaklayan bu yaşlı adamla aynı duyguyu paylaşıyorlardı. Kendilerine benzemeyene haddini bildirmek arzusundaydılar.
Üstelik, bu adam gibi, onlar da bunu erdem sayıyorlardı.
Oysa erdem, kişinin iradesini başkaları yerine kendisi üzerinde kullanmasıdır. Yaşamdan öğrenilmesi gereken ötekini değil kendini terbiye etmektir. Bilgeliğin esası da budur aslında.
Ve soytarısının Kral Lear’e söylediği gibi, bilgeleşmeden yaşlanmamalıdır insan.