Yıllardır bizi yetiştiren hocalarımız “soru sormadan, sorun ortaya koymadan, çözüm önermeden bilim olmaz” derlerdi. Sanırım artık başka ilkeler öğretiliyor, kovboy filmlerindeki gibi, John Wayne ilkeleri: “Önce ateş et, sonra soru sorarsın!”

Akademi değil, Vahşi Batı

Yasin Durak - Sosyolog, Sokak Akademisi

Savaş tamtamlarının uğultusunda koşulan millilik, dinilik ve erkeklik yarışı tüm hızıyla sürerken, bu hafta peş peşe gelen iki haber dikkatleri yeniden akademiye yöneltti. Önce Eskişehir’de, yüz küsur kişiyi “terörist” diye ihbar eden ve “yüksek mevkilerdeki tanıdıkları” tarafından kollanan bir “sözde akademisyen” (!) silahını çekip ölüm saçtı, birkaç gün sonra da Nevşehir’de, yine sosyal medya hesaplarında 15 Temmuz destanları düzen, odasının duvarına bayraklar tuğralar asan, “milli” ve iradesiz bir akademisyen daha, silahıyla hem kendisini hem de sistematik olarak tehdit etmekte olduğu bir kadın öğrencisini öldürdü. Yekûn toplumu saran şiddetin bu yükselen grafiği artık her kesimden insanı tedirgin etmeye başlamışken, olayların ihbarcılıktan istismara varan olanca çetrefilli değişkeni arasında en kaba saba olanı “herkes” tarafından sorulan şu basit soruda kendini teslim ediyordu: “Yahu akademisyen neden silahla gezer?”

Çelişki oldukça net; bu ülkede “barış” diyen akademisyenler de vardı, hatırladınız mı? “Terörle iltisaklı” denilerek işlerinden edildiler. Faşist çetelerin, linç takımlarının önüne atılanları oldu ve hapsedilenleri...1 Bugünlerde o barış imzacısı akademisyenlerin yargılamaları jet hızıyla sürüyor, sırayla her birine “silahlı terör örgütü propagandası” yapmaktan hapis cezası kesiliyor.

Anımsayın; emir büyük yerden gelmişti, “...çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini taşıyan sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız” demişti Erdoğan. Hukukun, insan haklarının filan sırası mıydı? “Yönetmelik kenara konulmalı” ve acilen “gereği yapılmalıydı”.

Nihayet reislerini dinleyen “küçük adamcıklar” başta bu barış imzacıları olmak üzere, sol/sosyalist görüşlü bilim insanlarını gece yarıları hazırladıkları KHK listelerine yazarak akademiden ihraç ettiler. Verilen tepkilere karşı kulaklarını tıkayan iktidar mümessilleri bir “terör” mecazında diretip durdu bugüne kadar. İnsanları sadece üretimden dışlamadılar, kriminalize ederek yaftaladılar, tüm haklarından mahrum bıraktılar. Hatta Burhanettin Uysal gibileri, ihraç edilen akademisyenler için “henüz ellerine silah almamış olabilirler ama yarın silahlanmayacaklarını nereden bilelim” diyordu. Şimdi daha net görüyoruz işte, kişi kendinden bilirmiş işi!

İroni hakiki: Bir taraftan bilimsel üretimini sürdürürken bir taraftan da kamusal hassasiyetler gösteren; barış imzacısı olan yahut sendikal faaliyet yürüten, sosyal sorumluluk alan akademisyenler ihraç ediliyor. Onlardan boşalan kadrolara da torpille, kayırıcılıkla, usulsüzlüklerle böyle magandalar yerleştiriliyor. Üstelik çürümenin sadece akademiye yansıyan yüzü bu. Binlerce Eğitim Sen’li öğretmen de ihraç edildi. Onların kadrolarına da yine böyleleri torpille atandı. Daha bu hafta öğrencilerini sınıfta kavgaya tutuşturup izleyen bir öğretmenin görüntüleri düştü sosyal medyaya.2 Benzer örnekler çok fazla. İşte bu cenderede dikkat çekmek istediğim üç şey var:

Birincisi sosyolojik; otoriteryen dil anomi üretiyor. Tam bir değer çatışması var. Tek adamın gündelik siyasetine göre hızlıca değişkenlik gösteren dil, göndere çekilen sözde “dini ve milli” değerler birbiriyle çelişerek bir ezberde buluşuyor ve her türden adaletsizliğin üzerini örtüyor. Bu ezber tek meşruiyet referansı haline getirildiği için, toplumun kendi bünyesinde var olan pratik çözüm mekanizmaları da alt üst ediyor. Mesela gündelikte diyalog imkânını, istişare imkânını yok ediyor; her alanda istismarı, gaspı teşvik ediyor. Şiddetin tırmanışına, cinayetlere hata intiharlara neden oluyor. İşte bu yüzden, Eskişehir’de ihbarcılıkla yükselen maganda ya da Nevşehir’deki katil gibileri, aynı zamanda ihraç edilip intihar eden kamu emekçilerinin de karşısında düşünmek gerekiyor.

İkincisi politik; olayların bu siyasal mahiyetinin ısrarla inkâr edilişi. Dozu bu kadar yükselen şiddeti spesifik nedenlere, öznel hikayelere bağlayan gazete haberleri iktidarın ürettiği patolojiyi gizliyor. Yanı sıra “böyle şeyler bizim başımıza gelmez” sanan o sinik psikolojiyi de beslemeyi umuyor. Nevşehir’deki cinayet misal, hâlâ “yasak aşk cinayeti” yahut “kıskançlık” cinayeti gibi ifade ediliyor. Oysa kadınlar yıllardır sokakları inletiyorlar: “Kadın cinayetleri politiktir!”
Üçüncüsü ise çok basit; bu dünyada iyilik ve kötülük var. Artık spekülatif ya da soyut bir ikilem değil bu. Ve kötülük; ona karşı mücadele vermemizi gerektiriyor. Tüm bu yaşananlardan şikâyeti olan insanlar, “iyi” tarafta olduğunu düşünen insanlar, onlar karşı koymadıkça, susmaktan suskunluğa doğru yol aldıkça, alanlar daralıyor. Durup bekleyerek kötülük yok olmuyor. Birilerinin bir vakit dediği gibi “oluk oluk kanımız akıyor.” Üstelik, bizim “cenahtan” sayılan güya “lümpen” dedikleri ustabaşı amcam bile bize “polise taş atmayın” diye kızarken, bunların akademisyenleri bile silahlı! Tehlikenin farkında mısınız?

Son tahlilde, iktidarın lehçesini ters-yüz edersek, bu hafta yaşadıklarımıza ilişkin olarak diyebiliriz ki; “çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin silahını taşıyan sözde akademisyenlerin estirdiği terörle karşı karşıyayız”. Çünkü akademi değil, Vahşi Batı. Üzerinde “saloon” yazan o sallanan kapıyı tekmeleyerek kampüse giren akademisyenler, birer kovboy edasıyla silahlarını çekip ölüm saçıyorlar. Yıllardır bizi yetiştiren hocalarımız “soru sormadan, sorun ortaya koymadan, çözüm önermeden bilim olmaz” derlerdi. Sanırım artık başka ilkeler öğretiliyor, kovboy filmlerindeki gibi, John Wayne ilkeleri: “Önce ateş et, sonra soru sorarsın!”

1 İlgi: “Akademik Hainler Rapsodisi”, Birgün Pazar, 17. 01. 2016. https://www.birgun.net/haber-detay/akademik-hainler-rapsodisi-100960.html
2 https://www.facebook.com/cnnturk/videos/10160484717090106/?hc_ref=ARQqvMm7vtnSERZFQZ_m50Ph1JojXLziU-NP3pP6peMl8uUF5IxYyergfVILH45eQ_0