Evet, 1128 akademisyen bir araya gelip bir çağrı metnini imzaladık. Kamusal bir sorumluluk olarak yaptık bunu. Ne mi oldu? Zalime alkış tutmadık, tutmayız da

Akademik hainler rapsodisi

“Hiçbir şeyden korkmuyorum, hiçbir şey ummuyorum, özgürüm”.

N. Kazancakis

“Aydın müsveddeleri” dedi, “hainler”, “mandacılar”, “cahiller” dedi... Öfkeli faşistler korosu besmele gibi tekrar ettiler arkasından. Birisi “kanımızla duş alacağını” söyledi, öbürü “YÖK üzerine düşeni yapsın”. Onlardan “feyiz” alan bir devlet müptelası da “mütareke dönemi aydınları” bilmem ne diyerek su akarken küpümü doldurayım istedi. 12 Eylül’ün en güzide mirası olan YÖK daha ne yapacağına karar veremeden, rektörlükler harekete geçmişti bile. Dahası milli linç takımları vazifeyi üstlendiler, salyaları akan çeteler katliam seremonileri düzenlediler. Özellikle taşradaki akademisyenler ilk hedef; cezalar, ölüm tehditleri, işaretlenen kapılar, gözaltılar, ev baskınları sıralandı hemen. Ve 301. Daha yeni başlıyoruz üstelik… Neden? Peki neden?

Askerliğini doğuda yapan abilerimizden duyduk komutanlarının “analar çok Mehmet doğurur ama Sikorsky helikopteri doğurmaz” diyerek gencecik oğlanları kurşunların önüne sürdüğünü. Mahallenin en vatansever bitirimlerinin askere gidip dönünce memleketten nasıl soğuduklarını gözlerimizle gördük. Bürokratik seçkinlerin çocukları paçayı sıyırsın diye yapılan usulsüzlükleri hadi atlayalım, bedelli askerlik gibi usullü haksızlıkların şahidiyiz hepimiz. Uzatmayalım, buyurun esasta herkesin farkında olduğu en kaba saba gerçek: Her Türk asker doğmaz. Kimi Bilal doğar kimi Mehmetçik. Kimine silah verilir, kimine gemicik. Peki, hesaplardaki bu açık nasıl kapanacak? Şehitlik…

Bir de “hainlik” var. O daha şiirsel. Gerçekten. Ama ben “vatan ayakkabı kutularınızsa…” diye sürdürmek istemiyorum bu bahsi. Zaten şu günlerde “vatan haini” ilan edilmek pek maharet gerektirmiyor. Otu sapı “hain” ilan eden bir şuursuzluğun muhatabı olmakta şaşılacak bir şey yok. “Üzülmedik, azalmadık”.

Fakat “mandacılık”. Yavaş! “Ablukayı kaldır, bölgeyi ulusal ve uluslararası kamuoyuna aç” denildiğinde anlaşılan bu. İktidara geldiği günden bu yana memleketin öz kaynaklarını yabancı sermayedarlara peşkeş çeken adam bu ithamda bulunuyor bir de. Tarihin özelleştirme rekortmeni oldu, üstelik hülle metoduyla araya soktuğu dinci simsarları da zengin ede ede. Mültecileri kullanıp Avrupa’dan akıttığı paralar, -lafta kafa tutar AB’ye ama- ve Obama’nın direktifiyle iptal ettiği füze siparişi de cabası. Hayır, iyi oldu, füze filan almayalım gerek yok, ama sırf Batılı emperyalist entegrasyona yaranacağız diye bu kadar “maşa” da olmayalım değil mi?

“Cehalet”. Of! Çok sıkıcı…

1128 akademisyen “örgüt propagandası” yapmış. Açıklamada örgüte yönelik hiçbir söz yokmuş. Ne olmalıydı acaba? Gerçekten kendini örgütün muadili olarak gören bir devlet psikopatolojisi mi var karşımızda, yoksa sadece bir kişinin psikopatolojisi mi resmileşmiş durumda? Mamafih biraz iddialı gelebilir ama; bu listedeki çok fazla ismi okuyan ve takip eden birisi olarak durun size içeriden bir bilgi vereyim: Çoğunluğu sosyal bilimci olan bu akademisyenler eğer ki bugüne kadar herhangi bir örgütü ya da siyasi partiyi filan desteklemekte/propagandasını yapmakta kendi aralarında uzlaşabilmiş olsaydı, zaten bugün AKP iktidarının esamesi okumazdı. Bu denli heterojen bir grubu zihnen dahi içerebilecek herhangi bir siyasi varlık zaten yok. Ama bu bahis sizi heyecanlandırıyorsa; Cemaat, IŞİD ve dahi PKK’yı içeren türlü örgüt propagandası örneğini bulmak için Yeni Şafak gazetesi köşe yazıları arşivine şöyle bir göz atabilirsiniz.

Son olarak, “eline silah alıp sıkanla onun propagandasını yapan” arasında fark yokmuş. Ya… ya da… “Yeni Türkiye” tahayyülünün temel mantığı da bu. Nasıl olsa bu ak gezenlerden korkan beyaz çocuklar hemen özür diliyor: “Devletimizin yanındayız”. Çekinmeyin artık doğrudan söyleyin: “Padişahım çok yaşa!”

Bildiriyi imzalayan 1128 kişi olarak, şimdi devlet bedduasıyla “işaretlendik”. Neden dersiniz? Orta Doğu yeni bir paylaşım serüveninin mezesi olmuşken, IŞİD Anadolu’ya sızmaya çalışırken, ülkenin “normal” siyasi retoriği dahi bir iç savaş çığırtkanlığına dönüşmüşken kişisel dertlerimizi kenara bırakıp memleket dertlerine gark olduğumuz için. Ülkenin Batısından psikolojik olarak kopan Kürt halkının o çaresiz çağrısını hissettiğimiz için. Sorunun kolayca çözülebileceğini söylediğimiz ve tam da bu yüzden “bölünmeye” karşı çıktığımız için. Kendi yönetme acizliğinin bedelini olağanüstü hallerle, sokağa çıkma yasaklarıyla, kendi vatandaşlarını açlığa terk ederek, dahası kurşunların hedefi haline getirerek gidermeye çalışan bir iktidarı alkışlamadığımız için. Barışı ödev bilip, bu kamusal sorumluluğu üstendiğimiz için. Sırf iktidara şu sıra savaş lazım diye nefret üretmediğimiz için. Onurumuzu ayaklar altına almadığımız için. Sırf bunun için, “bu suça ortak olmuyoruz” dediğimiz için…

Ama ne çare, bulutların üstünde bir ülke bu. Bir fantazya. Hepimizin içine tıkıldığı bir fantazya. Sapıkça fetvaların ve çocuk gelinlerin “normalleştiği” bir fantazya. Suriyeli mültecilere satılmak için üretilen sahte can yeleklerinin merdiven altı atölyelerde yine Suriyeli mültecilere yaptırıldığı bir fantazya. Abluka altına alınan illerde Esedullah timlerinin devletin okullarında poz verdiği, çocukların mavzerlerle burun buruna büyütüldüğü, cenazelerin silah zoruyla sokakta çürütüldüğü bir fantazya. Partiye yakın dayılarının yaptığı torpillerle övünen yeğenlerin fantazyası. Onların onursuzluklarını vatanperverlikle örttükleri fantazya. “Barış” diyenin “terörist” ilan edildiği, canlı bombaların alkışlandığı fantazya. Sarayın torpillilerinin Mesih kılığına soktuğu o Deccalın ağzından çıkan her sözün yasalaştığı; ama çok daha kötüsü “kültürleştiği” bir fantazya. Asıl sorunumuz gün gibi ortada.

Evet, 1128 akademisyen bir araya gelip bir çağrı metnini imzaladık. Kamusal bir sorumluluk olarak yaptık bunu. Ne mi oldu? Zalime alkış tutmadık, tutmayız da! Burası bizim ülkemiz. Hiçbir şeyi değiştiremesek, hatta canımızdan olsak bile, en azından bu ülkede onurlu insanların bu saçmalığa boyun eğmediğini herkes, bütün dünya bilecek. “En okunaklı çehremizle” buradayız işte. Ödediğimiz bu kefaret şerefimizin ispatıdır. Bu yüzden usanmadan, sırtımızda çarmıhla o tepeyi tırmanmaya devam edeceğiz. Korkmuyoruz!