Akademisyenlerin kamusal rolleri gereği içinde yaşadıkları toplumun sorunlarına kayıtsız kalmamaları, çözüm yolları üzerinde düşünce geliştirmeleri ve bu süreç sonucunda üretilen bilgiyi toplumsallaştırmaları gerekir

Akademik özgürlüğü savunmak gerekir

AYSUN GEZEN - Ankara Üniversitesi, Araştırma Görevlisi

Akademik özgürlük, akademinin fiziksel sınırlarının dışına taşan, sadece üniversite çalışanlarını, eğitim ve bilim emekçilerini değil, tüm bir toplumu yakından ilgilendiren bir özgürlüktür; sadece bilgi üretim sürecinde “öğreten” ve “üreten” taraf için değil, başta öğrenciler olmak üzere toplumun tamamı için olmazsa olmaz bir koşuldur. Özgür bilim, her türlü iktidardan bağımsız bir akademi için düşünce ve ifade özgürlüğünün var olması gereklidir. Bu aynı zamanda akademik özgürlüğün temelinde yer alan en önemli unsurlardan biridir. Bugün geldiğimiz noktada sadece ifade engellenmekle kalmıyor, AKP iktidarı kendisini düşünceyi belirleyebilecek veya belirleyemediği noktada onu engelleyebilecek kudrette bir güç olarak sunmaya çalışıyor. Kuşkusuz AKP’nin bu çabası sadece kendi iktidarının hüküm sürdüğü dönemle sınırlı değil. Hakikatin savunulması ve herkese karşı ileri sürülebilir olması, akılcı, bilimsel bilginin toplumsallaşması için çaba harcayanlar daha önceki dönemlerde de çeşitli baskılara maruz kalmışlardır. Özellikle 80 Darbesi sonrası YÖK’te cisimleşen bir baskı mekanizması söz konusu olmuş, bir çok aydın, akademisyen işinden edilmiş, tutuklanmıştır. Bugün ise işlevi salt cumhurbaşkanına rektör adaylarının (belirlenen) isimlerini “önermeye” indirgenen YÖK fiilen miadını doldurmuş; baskılama işlevini bizzat Saray üstlenmiştir. Bugün gelinen noktada akademik özgürlüğün ne olduğunu değil, ne olmadığını somutlamak ayrı bir önem taşımaktadır.

Edward Said entelektüelin topluma karşı sorumluluklarına değinerek onun kamusal rolüne dikkat çeker. Bu kamusal role en çok gölge düşüren tavırları ise “nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek” olarak belirtir. Esas mesele aslında düzene hizmet eden, belirli çıkarları gözeten, kamuoyunu biçimlendirerek onu uyuşturan “profesyonellerden” olmakla her türlü imtiyazı (sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet vb.) sorgulayan, emeğini otoritenin değil toplumun hizmetine sunan entelektüeller olmak arasında bir seçim yapmaktır. Bu da bitimsiz bir eleştiri süreci gerektirir. AKP’nin kendisini eleştiren, hakikati ısrarla herkese karşı ileri sürenlere yönelik saldırıları, basın, yayın kuruluşlarının, gazetelerin, derneklerin kapatılması, gazetecilerin, aydınların tutuklanması, akademi içerisinde kendisine biat etmeyenlerin tasfiyesi kurmak istediği mezhepçi, faşist rejimin kendi “profesyonellerini” yaratma çabasının bir uzantısı olarak değerlendirilmelidir.

Akademisyenlerin kamusal rolleri gereği içinde yaşadıkları toplumun sorunlarına kayıtsız kalmamaları, çözüm yolları üzerinde düşünce geliştirmeleri ve bu süreç sonucunda üretilen bilgiyi toplumsallaştırmaları gerekir. Türkiye’de baştan beri akademi ile toplum arasında gözle görülür şekilde yükselen duvarlar, akademiyi halktan ayıran parmaklıklar, kapılarda kimlik kontrolleri, turnikeler mevcut. Bu duvarların ötesine geçerek neo liberal dönüşüme, emek sömürüsüne ve Kürt sorununa karşı farkındalık oluşturmak ve eşit, adil, emekten yana, kardeşçe bir arada yaşamı savunmak için düşünce geliştiren, laik, bilimsel, kamusal bir üniversiter sistem için mücadele veren herkes bugün bu saldırıdan payını almaktadır.

Üniversitelerde özellikle son bir yıldır, AKP'nin kurmak istediği kamu rejimi ve hakikat rejimi için “tehlike” yaratacak akademisyenlerin ve dahi öğrencilerin tasfiyesine yönelik işaretler mevcuttu fakat bu süreç Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi ile oldukça hız kazandı. Kürt illerinde yaşanan katliamların, ölümlerin son bulması ve devletin bu katliamların sorumlularını cezalandırarak barışın tesisi için sorumluluğunu yerine getirme çağrısı olan bu bildiri tam da entelektüelin kamusal rolünü yerine getirmesinden ve eleştirel düşüncenin, bilginin toplumla buluşmasından, bir karşılık yaratmasından dolayı doğrudan Erdoğan’ın saldırılarına maruz kaldı. Darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL ise tasfiyelerin, üniversitelerin (AKP ve düzen muhaliflerinden) arındırılması sürecinin fırsatını yarattı. Kanun hükmünde kararnameler yoluyla güvencesiz istihdam, üniversiteler içinde de yegane istihdam biçimi halini alırken; AKP’nin çıkarlarına hizmet eden, halkı bir kenara iterek AKP’ye biat eden, Saray karşısında cübbesini ilikleyen bir uzmanlar ordusu yaratılması için OHAL fırsata çevriliyor.

Bu garabetin en çarpıcı örneklerinin hukuk fakülteleri olduğu söylenebilir. Hukuk devleti ilkesinin en ufak bir kırıntısından dahi bahsedemediğimiz, bir kişinin iki dudağı arasından çıkan herşeyin yasa hükmünde olduğu, keyfiliğin hüküm sürdüğü bir ortamda hukuk fakültelerinin sessizliği, söylemedikleri, söyleyemedikleri geldiğimiz durumun en net tablosudur. KHKlerin konu edildiği ve hukukçular tarafından gerçekleştirilmek istenen bir seminer bizzat hukuk fakültesi dekanı tarafından engellenmektedir. Akademik özgürlük haftaları ve dayanışma akademilerinin yürütülmesinde salon tahsis edilmesinden konuşmacıların etkinlik yerlerine gitmelerine kadar çeşitli biçimlerde yönetimler tarafından engeller çıkarılmaktadır. Dayanışma akademisine izleyici olarak katılan ve destek için gidenler çeşitli soruşturmalara maruz kalmaktadır. Türkiye’nin neredeyse hiçbir üniversitesinde muhalif içerikte afiş asmak, bildiri dağıtmak, seminer, sempozyum düzenlemek imkansız hale gelmiştir; AKPnin kolluğu bütün üniversiteleri zapturapt altına almak için seferber edilmiş durumdadır. Kampüslerde polisin varlığı süreklilik kazanır duruma gelmiştir. Kolluk kuvvetlerinin yanı sıra öğrenci toplulukları adı altında silahlandırılan gruplar, muhalif kimliği ile bilinen, öğrencilere saldırtılmaktadır; aydınların, gazetecilerin yanı sıra düzene muhalif çok sayıda öğrenci tutuklu bulunuyor.

Bugüne kadar rektörlük seçimleri zaten tüm üniversite bileşenlerinin katılımı olmaksızın, anti demokratik bir niteliğe sahipti, fakat bugün rektörlük seçimlerini kaldıran, doğrudan Saray’dan atama getiren 676 sayılı KHK ile bunun bile çok daha gerisine düşüldü. Onbinlerce emekçinin ihraç edilmesi ve açığa alınması ile birlikte üniversitelerin en dinamik kesimini oluşturan araştırma görevlileri bir gecede güvencesiz kadrolara geçirildi. Birçok araştırma görevlisi kadrolarının bulunduğu üniversitelerden haksız ve hukuksuz bir biçimde geri çağrılıyor. Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı'nın mantığına aykırı bir biçimde yükseköğrenim hakları engelleniyor, nitelikli eğitimden yoksun bırakılıyorlar. Özellikle muhalif düşüncelere sahip olanlar sözleşmelerinin yenilenmemesi yoluyla işsiz bırakılıyorlar. Doktorasını bitirmiş olan araştırma görevlilerinin işine rektörlüklerce son veriliyor. Böylece kamu kaynakları da aslen AKP iktidarı ve yöneticileri tarafından israf ediliyor.

Rektörlerin atanması düzenlemesi ve araştırma görevlilerinin kaderlerinin yöneticilerinin iki dudağı arasına terkedilmesi, Erdoğan’ın kurmak istediği başkanlık sisteminin mikro örneklerini teşkil ediyor. Saray kendisinden tabana kadar gönüllü kulluğu ve kötülüğü örgütlemek istiyor; kendisine sorgusuz sualsiz biat edecek, sorgulayanları iktidarın şiddeti ile karşı karşıya getirecek “küçük adamlar” yaratmak istiyor. Üniversiteler üzerinden örneklemek gerekirse bugün rektörler Erdoğan’ın “küçük adamlarıdır”. Kendi haksız ve hukusuz uygulamalarına karşı sesini yükselten herkesi KHK listesine yazdırarak, açığa alarak, soruşturma ve cezalara boğarak susturmak istemektedirler. Akademi, AKP’nin elinde başına silah doğrultulmuş bir rehineye dönüşmüş durumdadır.

Dindar ve kindar nesil oluşturmak, yaşamın dinci, gerici ve mezhepçi bir biçimde yeniden örgütlemek için 4+4+4 uygulaması, müfredat değişiklikleri, proje okulları gibi uygulamalarla AKP kurmak istediği rejimi süreklileştirecek kuşaklar yetiştirmenin peşinde. Eleştirel düşünceye, özgür bilime, darbe ürünü disiplin yönetmeliklerine değil tüm üniversite bileşenlerinin öz yönetim ve denetimine dayanan bir üniversite sistemi ve akademik özgürlük en çok da sorgulamayan, kendisine sunulan herşeyi kabul eden, tam itaat gösteren, kendi aklını kullanma becerisini yitirmiş kuşaklar yetişmesinin önündeki en büyük engellerden biri olduğu için bu denli büyük bir saldırı ile karşı karşıya. Çözüm de aslında AKP'nin sorun olarak işaretlediği yerde beliriyor. Hakikatin her zamankinden daha yüksek sesle dile getirilmesi gerekiyor. Entelektüeller iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan bir dilin müellifi olarak önemli bir direnç noktası iken çocuklarının laik, bilimsel eğitim almasını, kendi aklını kullanabilen bireyler olarak yetişmesini isteyen velilerin, aldığı eğitim ve kendi kaderi hakkında söz sahibi olmak isteyen, “projeniz değiliz” diyen öğrencilerin, neo liberal politikalar doğrultusunda iş güvenceleri ellerinden alınan, gittikçe vahşileşen sömürü düzenine başkaldıran emekçilerin birleşik mücadelesi bu karanlığı dağıtacaktır.

Akademi bu mücadele içinde kendi yapabileceklerini hayata geçirmek, kamusal rolünü anımsamak, susmayarak yüksek sesle hakikati ve toplumu savunmakla yükümlüdür.