Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Bana her zaman “zor sorular” soran Türkçe sevdalısı okurumuz Bünyamin Durali’nin yeni iletisi şöyle:

“Sayın Attila Aşut üstadım, merhaba,

Size, nicedir düşündüğüm iki noktada danışmak istiyorum:

Biliyorsunuz, akademyada ‘Doç. Dr.’ ve ‘Prof. Dr.’ unvanları var. Doktora aşamasında başarılı olamayanların ‘Doç.’ veya ‘Prof.’ olmaları olanaklı olmadığına göre (doçentlik ve profesörlük, doktorluğu da içerdiği için) bu insanların ‘Dr.’ olduklarını ayrıca belirtmeye gerek var mı?

Gene çeşitli TV kanallarında birçok konuşmacının görüntüsü altında ‘Prof. Dr.’, ‘Doç. Dr.’ ya da ‘Öğretim üyesi’ unvanının yanına bir de ‘Akademisyen’ ibaresi ekleniyor. Doçentlik, profesörlük, öğretim üyeliği zaten akademisyen olmayı içermiyor mu? Buna ne diyeceğiz?

Yanıtınızı merakla bekleyeceğim. Şimdiden teşekkür ederim. Esenlikle...”

***

“Doktorluk” ayrı bir unvan; doktora yapmış anlamına geliyor. Tıp doktorları ise doğrudan “Dr.” unvanıyla mezun oluyor. Bu iki grup o nedenle “Dr.” unvanını kullanıyor.

Doçentlik”, doktorluk sonrası elde edilen eğiticilik unvanıdır. Doktora yapmış olanlar ya da tıpta uzmanlık eğitimi görenler sınava girerek doçent olabiliyorlardı. Ancak AKP döneminde doçentlik sınavı kaldırıldı. Bu unvan artık dosya incelemesi üzerinden veriliyor.

Profesörlük” ise yalnızca üniversitede çalışırken kullanılması gereken bir eğiticilik unvanıdır. Dosyaları ilgili eğitim kurumunun ölçütlerine uygun bulunan öğretim üyeleri “profesörlük” kadrosuna atanır.

Kimi durumlarda “Dr.” olmayanlara da “Prof.” unvanı verilebildiğinden, doktora yapmış öğretim üyeleri için “Prof. Dr.” unvanı kullanılması doğrudur. Sözgelimi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin efsane hocalarından Sadun Aren ve Bahri Savcı’nın unvanları yalnızca “Profesör”dü. Yani onlar “doktora” aşamasından geçmeden, önce “Doçent”, sonra “Profesör” olduklarından “Dr.” unvanını kullanmazlardı.

Şunu da belirtmekte yarar var: Bu akademik sanların kullanımı, ülkelere göre kimi farklılıklar gösterebiliyor.

***

Meraklı okurumuzun iletisini okuyunca, emekli öğretim üyesi ve değerli yazar Bekir Onur ile bir yazışmamızı anımsadım. Bana yazdığı mektupta akademik san kullanmamıştı. Yanlışlık yapmamak için, “Sanırım siz, Prof. Dr. Bekir Onur Hocamızsınız” diye sormuştum kendisine. Sayın Onur’un yanıtı şöyleydi:

“Attila Bey, biliyorsunuz, gelişmiş ülkelerde profesör unvanı -kadroya bağlı olduğu için- üniversiteden ayrılınca kullanılmaz. Ben emeklilikten çok önce de kullanmayı bırakmıştım (şu sıralar tanık olduğumuz akademik unvan kirlenmesi zaten insanı her türlü etiketten soğutuyor) ama haklısınız, ilk yazışmada kendimi tanıtmam gerekirdi.”

Bekir Hoca’nın bu saygın ve ilkeli tutumu çok etkilemişti beni. Üniversitelerin niteliksizleştirildiği, eğitimin dinselleştirildiği, dogmaların bilimden üstün tutulduğu bir “akademi” ortamında böyle unvanları çok da önemsememek gerekiyordu gerçekten!

***

Bünyamin Durali’nin ikinci sorusuna yanıtım daha kısa olacak: Bir insanın akademik sanlarının yanına ayrıca “Akademisyen” önadının eklenmesi elbette hem gereksiz hem anlamsızdır. Böyle bir davranış biraz da görmemişlik sayılır! Saygın hocaların neredeyse eğitim kurumlarında bile kullanmaktan kaçındıkları bilimsel sanları uluorta öne çıkarmak, Sayın Bekir Onur’un dediği gibi “unvan kirlenmesi”ne yol açıyor. BirGün yazarları arasında akademik sanlarını kullanmayan çok sayıda öğretim üyesi vardır. Örneğin L. Doğan Tılıç’ın Toplumbilim ve Selçuk Candansayar’ın Psikiyatri Profesörü olduğunu kaç kişi bilir?

Kaldı ki tüm öğretim üyelerine “Akademisyen” denmesi de sorunlu bir tanımlamadır.

1 Şubat 2016 tarihli BirGün’deki “Dilin Kemiği” köşesinde “Akademisyen Kime Denir?” başlıklı yazımda ayrıntılı olarak ele almıştım bu konuyu.

Değerli bir yazar ve çevirmen olan Tahsin Yücel, aynı zamanda öğretim üyesiydi. Ama her öğretim üyesinin “akademisyen” sayılmasına karşıydı. BirGün’deki yazımda, onun Kimim Ben? (Can Yayınları, 2011) adlı deneme kitabından şu satırları aktarmıştım:

“Bir iki yıldır bir akademisyen’dir tutturdu bizim aydınlar. YÖK düzeninin profesörlüğü fazla ayağa düşürdüğü kanısına mı vardılar, yoksa ‘tebdil-i unvan’da ferahlık mı gördüler, nedir, anlı şanlı profesörlerimiz bile kendilerini akademisyen diye adlandırır oldular artık. Ama, bir kez daha, Batı Avrupalıların dillerine özenirken, sözcüklerinin anlamını kaydır ha kaydırıyorlar. Fransızların en güvenilir sözlüklerinden Le Robert’e bakıyorsunuz, académicien’i ‘Fransız Akademisi üyesi’ ya da ‘akademi diye adlandırılan sanatsal, yazınsal ya da bilimsel bir topluluğun üyesi’ diye tanımlıyor; İngilizlerin ünlü Oxford’una bakıyorsunuz, o da aşağı yukarı aynı tanımı veriyor; İtalyanların Vocabolario della lingua italiana’sı da öyle. Ama bizim aydınlarımız, öğretim üyelerimiz, gazetecilerimiz adamların sözcüğünü profesör ya da öğretim üyesi anlamında kullanmakta dayatıyorlar. Akademisyen aşağı, akademisyen yukarı. Benzerlerinden daha titiz olduğunu düşündüğümüz Cumhuriyet’te bile akademisyen’den geçilmiyor…”

Ozan ve çevirmen Tahsin Saraç’ın Büyük Fransızca-Türkçe Sözlük’ündeki tanım da Tahsin Yücel’in bu değerlendirmesini doğruluyor. Orada da “akademisyen” için şöyle deniyor:

“académicien 1. Akademi üyesi. 2. Eski Yunan’da, Eflatun ve öğrencilerine verilen ad.” (7. Basım, Adam Yayınları, 1997, s. 26).

İkisi de Fransız dili ve yazını konusunda uzman olan Tahsin Yücel ve Tahsin Saraç, “akademisyen” sözcüğünün anlamını her ne kadar Batı dillerindeki karşılıklarıyla açıklamaya çalışsalar da bu kavram ülkemizde yaygın biçimde “öğretim üyesi” anlamında kullanılıyor. Nitekim TDK’nin ve Dil Derneği’nin sözlüklerinde de aynı tanım yer alıyor. Dolayısıyla “akademisyen”in dilimizdeki yerleşik karşılığını bu saatten sonra değiştirmek, bana çok kolay olmaz gibi geliyor.