Akademik tutsaklık

Prof. Dr. İzge Günal*

Geçenlerde üniversitede öğretim üyesi olan genç bir arkadaşımla konuşuyordum. Konu döndü dolaştı, özgürlükler konusuna geldi. “Bak” dedim, “bizim şu anda üzerinde ‘Erdoğan İstifa’ yazan bir pankart açıp, trafiği aksatmadan eylem yapma hakkımız var. Üstelik bunun için izin almamız da gerekmiyor”. Arkadaşım hayretle yüzüme baktı, “Gerçekten mi?” diye sordu. Bu kez hayret etme sırası bendeydi, yasal hak ve özgürlüklerinin farkında olmayan bir akademisyen, akademik özgürlük kavramını da bilemezdi; üstelik onu sadece bilmesi değil, genişletmek için çalışması gerekirken! Aslına bakarsanız ben biliyorum da ne oluyordu ki, kullanamadıktan sonra?

Peki, akademi bu özgürlük için Rönesans’ın başından beri mücadele etmişken, nasıl bu derece kolay vazgeçilebilir? Kabullenmesi çok kolay değil ama bugün üniversitelerde olan neredeyse herkesin, tüm akademik yaşamının, hatta öğrenciliğinin YÖK düzeni altında geçtiğini düşününce her şey daha rahat anlaşılıyor. Demek istediğim, bugünün akademisini 12 Eylül’de hocası ya da çalışma arkadaşları üniversiteden uzaklaştırılırken ses çıkartmayanlar ya da daha fenası ihbar edenlerin oluşturduğu. Şimdi bunlara bir de KHK tasfiyelerine tepki vermemekten kaynaklanan kötü not da eklendi.

O zaman en baştan, işin abecesinden başlamak gerekiyor. Akademik özgürlüğün ilk ayrıntılı metni olarak kabul edilen Lima bildirgesi şöyle der: Akademik özgürlük, akademik bir çevre üyelerinin tek tek ya da toplu halde bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma veya yazma yoluyla edinmelerinde, geliştirmelerinde ve iletmelerindeki özgürlükleri anlamına gelir… Akademik özgürlük, üniversitelerin ve diğer yüksek öğretim kurumlarının üstlendikleri eğitim, araştırma, yönetim ve hizmet işlevleri için vazgeçilmez bir ön koşuldur. Akademik çevrenin tüm üyeleri herhangi bir ayrım yapılmaksızın ve devletten ya da herhangi bir başka kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesini taşımadan işlevlerini yerine getirme hakkına sahiptir… Akademik özgürlükten gerektiği gibi yararlanmak ve yukarıdaki maddelerde sözü geçen yükümlülüklere uymak, yükseköğretim kurumlarının üst düzeyde özerkliğe sahip olmasını gerektirir. Devletler, yükseköğretim kurumlarının özerkliğine müdahale etmemekle ve toplumdaki diğer güçlerin müdahalelerini de önlemekle yükümlüdürler.

Evet, durum böyle. Aslına bakarsanız akademi toplumun diğer kesimlerinden daha fazla özgürlüğü bilimsel üretimi nedeniyle elde etmiştir. Öyle ya, ne ders anlatmak için bir lise öğretmeninden, ne de hizmet için, örneğin üniversitede hasta bakısı içi, bir hekimden daha fazla özgürlüğe gerek vardır. Bir akademisyenin asıl araştırma yapıp, bunu sonucunda da bilgi ve/veya fikir üretebilmesi için özgürlüğe gereksinimi vardır. Ancak akademik özgürlük, bilimsel özgürlükten daha geniş bir kavram olup, hem araştırma hem de eğitim alanlarında, hem bilim insanının hem de üniversitenin özgürlüğünü kapsar.

Akademik özgürlük asla kişinin uzmanlık alanıyla da sınırlı değildir. Aksini savunmak, özgürlükleri savunuyor gibi görünüp, tersine, kısıtlamaya çalışmaktır. Zaten bilgi üretim süreci içine giren herkes bilir ki, biraz ilerlediğinizde alanlar, dallar arasındaki ayrım ortadan kalkar; kimin ne uzmanı olduğu belli değildir artık. Kaldı ki, bilim insanlığının üst aşaması olarak birden fazla uzmanlık alanında bilgi üretmek gösterilir.

Bunları neden anlatıyorum ki? Ben bu yazıyı kaleme alırken Dokuz Eylül Üniversitesi’nden bir grup öğretim üyesi sözleşmesi yenilenmeyen bir akademisyenin kampüs dışında yaptığı basın açıklamasına katılmaktan ifade veriyordu. Dikkat edin, açıklama yapmak bile değil, sadece katılmak! Üniversite yine sessiz.
Diyorum ki, geldiğimiz noktada akademik özgürlüğü yitirdiğimiz gibi “akademik tutsaklığa” doğru yol alıyoruz. Artık düzeltmesi hiç kolay değil. Acaba, doğrudan yeni baştan mı kurmak gerekir?

*KHK’li akademisyen