Üzerindeki gökyüzüne ve içindeki ahlak yasasına bağlı olduğunu yazmıştı Kant. Göğe bakan kalmadı, herkes elindeki cep telefonunun ekranına bakıyor artık. Orada yanıtlanması gereken iletiler, son dakika haberleri, sosyal medya var. Olmayan ne peki?

Akademinin çöküşü, Kant, Stavrogin

Zygmunt Bauman, ‘Akışkan Modernite’de, iş dünyası ile akademi dünyasının, yani dünyayı yaratanlarla yorumlayanların aynı söylem içinde buluşmasının yeni bir şey olmadığını belirttikten sonra, akademinin, birkaç yüzyıldır kapitalistlerin tasarlayıp uygulamaya koydukları dünyadan başka dünyalarının olmadığını söyler. Slavoj Zizek de, Metis’ten yayımlanan ‘Komünizm Fikri’ adlı seçkide yer alan ‘Somut Evrensel Olarak Komünizm Fikri’ başlıklı konferans metninde, “Toplumun (devlet ve sermayenin) sorunlarına çözümler önermek yerine bizzat bu sorunların biçimi üstüne kafa yoran, anlayışımız ile bu sorunlar arasındaki mesafeyi belirginleştiren düşüncenin asıl görevi”ni anlatırken, “yüksek öğrenimin uzmanlık ürünü bir bilgi üretme görevine indirgenmesine” karşı çıkarak Kant’ı hatırlatır: “Bu indirgeme, Kant’ın ‘aklın kamusal kullanımı’ adını verdiği şeye karşı, günümüz küresel kapitalizmindeki ‘aklın özel çıkar için kullanımı’ paradigmasını somutlaştırır.”

Sözü Kant’a getirmişken soralım: Doçentken haftada yirmi saate yakın dersin altında ezilen, üniversitede felsefe profesörü olarak çalışan ilk filozof olmakla birlikte matematik, fizik, antropoloji, coğrafya, ahlak, teoloji, mantık, eğitimbilim ve hatta kent savunusu, yangın söndürme dersleri de veren Kant’ı, ölümünün üzerinden iki yüz yıldan fazla zaman geçmişken, nihayet anlamış sayılabilir miyiz? Ne gezer! Nermi Uygur, “Uzmanca kaygıların ötesinden bakacak olursak” der, güneşle yıkanmış denemelerinden birinde, “Kant için felsefe, bir yaşama politikasıydı; bilim de bilgeliğin gerçekleşmesinde bir gereç.”

Yüksek öğrenimin sorun çözme odaklı bir uzmanlık halini alması, üniversite-özel sektör yakınlaşması, eğitim sisteminin Aydınlanma değerlerinin taşıyıcısı olma niteliğini kaybetmeye başlaması felsefesizlik, aklın kamusal kullanımından uzaklaşma, hatta neredeyse aklın özelleştirilmesi değil mi? Yaşama politikası oluşturmamışız, planktonlar gibi sürükleniyoruz, kendi seçtiğimiz ufuklara kulaç atmak dururken. Bilimden anladığımız ise… bilimden bir şey anladığımız yok, hepsi bu. Üniversiteden atılmadılarsa ders yükü altında ezilen, düşük sayılabilecek gelirlerle şark usulü bir kapitalizmin cenderesinde hayatta kalmaya çalışan, türlü olanaksızlıklarla boğuşup duran akademisyenlerimizden bilim beklemeye hakkımız var mı ki bilgelik umalım?

Üzerindeki gökyüzüne ve içindeki ahlak yasasına bağlı olduğunu yazmıştı Kant. Göğe bakan kalmadı, herkes elindeki cep telefonunun ekranına bakıyor artık. Orada yanıtlanması gereken iletiler, son dakika haberleri, sosyal medya var. Olmayan ne peki? Bulunduğun yerin, yaşadığın ânın, talip olduğun yükün hakkını vermeni sağlayacak irfan. Çünkü irfan ancak karşılaşmayla, insani temasla, kalpten kalbe giden yolu yürümekle mümkün. Kantçı anlamda ahlak yasası yani belli bir biçimde davranmayı ödev saymak, bir insanı araç değil amaç olarak görmek, kendin dahil kimseyi amaca ulaşmak için araç olarak kullanmamak, kötülüğe niyet etmenin bile ahlakdışı sayılması… bunlar da yitip gidenler arasında.

“Başkalarına öyle davranmalısın ki, bu davranışının bir yasa olmasını isteyebilesin” der Kant. Bizim hiçbir yasamız kalmadı, yasa hükmünde olduğu ileri sürülen keyfi kararnamelerin giyotini her gün birilerinin kesik başını bırakmakta önümüze. “İşte say kaç kişiyiz” der şair, işte sayın kaç kişiyiz; gazetelerde yazarak, tiyatro sahnelerinde “-‘Sadece Diktatör’sün, sadece zavallı bir diktatör” diye haykırarak, çevresindekileri sarsıp silkeleyerek düşünceyi dolaşıma sokma ahlakını hâlâ ve inatla gözeten, böyle davranmayı ödev sayan, aklın kamusal kullanımına inanan… Bir de Meclis önünde kendini ateşe verenler var, sahipsiz çocuklar var sokaklarda, üzerlerinde tepinilen emekçiler var.

-Niçin herkes, her zaman başkalarından beklemediği bir şeyi bekler benden? Niçin başka hiç kimsenin katlanmadığı şeylere katlanmalıyım? Başka hiç kimsenin kaldıramayacağı yükün altına girmeliyim kendi isteğimle?

-Yükü kendinizin aradığınızı sanıyordum.

-Yük mü arıyorum?

-Evet.

-Öylesine belli mi bu?

-Evet.

Dostoyevski’nin Ecinniler’inde Stavrogin’le Kirillov’un diyaloğu, ne aradığımızı anlatır. Şikâyetçi miyiz? Hayır, sırtlarız yükü, “sırtlar gibi çocuklara dağıtılacak bir çuval portakalı.” Sevinçli şarkılar söylemenin kudretine daima inansak da, derinde bir yerde kederli miyiz peki, öylesine belli mi bu? Evet. Öyleyse nasıl dağıtacağız bu kederi? Yükün ağırlığı altında ezildiği için ses çıkaracak hali kalmayan lakin eylemiyle kendisini ve dünyayı değiştirebileceğini ileri sürdüğümüz özneyi çağa uygun biçimde tanımlayarak, ona ses olma direncimizi politik harekete dönüştürerek. Ya da, böyle bir özneyi ve ona atfedilen kurtarıcılık rolünü açıkça, sol kamuoyunda aforoz edilme korkusu duymaksızın sorgulayarak.

Akademinin, birkaç yüzyıldır kapitalistlerin tasarlayıp uygulamaya koydukları dünyadan başka dünyaları olmadığını söyledim ama, sosyalistlerin de nabızlarını kontrol etmeleri, orada bütün bir ülkenin nabzını gürül gürül duyacak denli hayat alameti göstermeleri gerekli.

Bu çağrı, Marx’a layık olma çağrısı olduğu kadar ahlaki bir çağrıdır da, Kantçı bir çağrıdır.