Akademisyen Deniz Parlak, hilafet tartışmalarını değerlendirdi: Hilafet tartışması hegemonya iddiası

BirGün PAZAR

Akademisyen Deniz Parlak son dönemde oldukça konuşulan Ayasofya ve hilafet tartışmalarını yorumladı: “Bugün hilafet tartışması yapabilmek Türkiye’de aynı zamanda toplumsal muhalefetin nabzını da ölçmek için iktidara olanak veriyor. Bunun da ötesinde hilafet tartışmasıyla birlikte iktidar hem içeriye hem de dışarıya duyurmaya çalıştığı hegemonik bir iddiayla karşımızda duruyor.”

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinin ardından kılınan ilk namazda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın elinde kılıçla hutbe vermesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sembollerin her şeyden önce siyaseti hem inşa etmede hem de onu yeniden üretmede çok önemli ‘araçlar’ olduklarını vurgulamak önemli. Türkiye’de her ne kadar yapılan tartışmalar onları çoğunlukla birer araç olarak kavrasa da sembollerin dönüştürücü gücünü bilmek bizler için önemli. Daha doğrusu bugünün perspektifini görmek için önemli. Son dönemde Ayasofya’nın camiye çevrilmesi tartışmalarının gündeme gelmesinden açılışına ardından, sürdürülen hilafet ve Atatürk’e hakaret tartışmalarına uzayan süreçte sergilenen performans aslında sembollerin yüklendikleri o dönüştürücü gücü de görmeyi sağlayabilecek potansiyele sahip.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın elinde kılıçla Cuma hutbesi okuması Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugün toplumsal iktidar ilişkilerinde edindiği yeni konumu da bize gösteriyor. Şüphesiz bunun tarihsel bir birikimi var. Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye laikliğinin en başından itibaren yaklaşık yüz yıllık kurumsal tarihinde bürokratik bir kurum olmanın çok ötesinde bir anlam taşıyordu. Türkiye laikliği, laikleşmenin ideal olarak saydığı dini otoritenin toplumdan ve toplumsal iktidar ilişkilerinde diğer kurumlarından ayrıştırılması ya da farklılaştırılması bakımından bir eksikliği de barındırıyordu esasen. Çünkü laikleşme karşısında İslam ve İslam’ı temsil eden bir kurum devlet içerisinde kendisine temsiliyet alanı buluyordu. Şüphesiz, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın o toplumsal iktidar ilişkilerindeki konumunun her siyasal iktidarla birlikte tarihsel süreç içinde değiştiğinden ve bugünün AKP iktidarında hız kazanan dinselleşme eğilimlerine paralel olarak yükselen konumundan söz etmek mümkün. Bu İslamileşme sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, AKP iktidarının dini araçsallaştırması ya da dinin araçsal bir konuma itildiğinin bir göstergesi olarak tartışma eğilimindeyiz. Kanımca bu toplumsal dönüşümü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın güçlenen konumu perspektifiyle de tartışmak ve bu noktada karşılıklı çıkar birliğini de göz ardı etmemek gerekir. Çünkü hem çıkarılan yasalar hem toplumsal gündemler itibariyle yalnızca kültürel alanın değil tüm toplumsal alanın İslami değerlere uygunluğunu tayin eden ve böylece toplumu yeniden dizayn edilmeye girişen bir kurumdan söz ediyoruz. Bu dinselleşme süreci Diyanet İşleri Başkanlığı’na belki de yaklaşık yüz yıllık kurumsal tarihinde hiç olmadığı kadar hegemonik bir noktaya yerleşme imkânı verdi. Ali Erbaş, Ayasofya’nın açılışında elinde kılıçla cuma hutbesi okurken, orada yalnızca devleti değil İslam alemini de temsil etme iddiasında. Ayasofya’nın yeniden açılmasını fetih girişimi olarak okursak, bu tarihsel anda Erdoğan’ın hegemonik iddiasının yanı sıra Ali Erbaş da Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bir özne olarak temsil ediyordu.

Yine açılışta kavuklu, fesli birçok kişinin olması sosyal medyada çok konuşuldu. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?

Ayasofya’nın 1935’ten beri müze olarak kullanımı, Türk sağının gerek milliyetçi gerek muhafazakâr gerekse İslami kanadının bütün olarak birleştiği İslamî bir ‘davaydı’. Çünkü Ayasofya’nın müze olarak açılması hem ulusal hem de uluslararası anlamda laikliğin kurumsallaştığının ilanı anlamı taşıyordu. 1935’te yaklaşık dokuz yüzyıl kilise, ardından beş yüzyıl cami olarak kullanılan bu görkemli mabedin bir kültürel miras olarak müzeye dönüştürülmesi laikleşmenin de kurumsallaştığının göstergesiydi. Fakat elbette toplumun tüm kesimleri bu kararı memnuniyetle karşılamadı. Bu karar 1950’ler itibariyle Türk sağının karşısında birleştiği bir İslami dava konusu halini aldı. Erdoğan’ın temsil ettiği siyasal geleneğin de sahiplendiği biçimde Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi ülküsü laikleşmenin karşısında konumlanan bu İslami davayı sembolize ediyordu. Dolayısıyla açılış sırasında fesli, kavuklu ziyaretçiler bu “davada” birleşen kitleyi temsil etme iddiasında. Aynı zamanda iktidarın çekirdek tabanı için de bu İslami davanın bir iktidar konsolidasyonu anlamında geldiğini de görmek ve diğer pek çok hamleyle birlikte düşünmek gerekir. Son aylarda pandemi süreciyle beraber tartışmaya başladığımız çoklu barolardan tutun da gittikçe derinleşen iktisadi krizle iktidarın güç kaybetmesi, aynı şekilde İstanbul Sözleşmesi tartışmaları, bugün yapılan hilafet tartışmaları, Atatürk’e hakaret tartışmaları, sosyal medya tasarısı, bunların hepsi, iktidar tabanını yeniden güçlendirme ve yeniden güç konsolidasyonu anlamına geliyorken, diğer yandan toplumsal muhalefeti de hedef alıyor. Bu hamlelerin bütünü Türkiye’deki otoriterleşmeyle birlikte aslında laikliğin karşısında konumlanan İslamileşmenin apaçık bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Ayasofya’nın ardından yapılan hilafet çağrılarını nasıl değerlendirmek gerekir? Türkiye toplumunun sizce hilafet gibi bir talebi var mı, yoksa bu tip gündemler suni bir şekilde mi yaratılıyor?

Hilafet gibi gündemleri yalnızca suni gündemler olarak tartışmanın anlamlı olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu sözünü ettiğim gibi yalnızca sembollerin basit birer araç olarak kavranmasına neden oluyor. Oysaki bu tartışmalar, bunun çok ötesinde bir anlam taşıyor. Bugün hilafet tartışması yapabilmek Türkiye’de aynı zamanda toplumsal muhalefetin nabzını da ölçmek için iktidara olanak veriyor. Bunun da ötesinde hilafet tartışmasıyla birlikte iktidar hem içeriye hem de dışarıya duyurmaya çalıştığı hegemonik bir iddiayla karşımızda duruyor. Erdoğan rejiminin son dönemlerde yaşadığımız, toplumsal yeniden inşa gündemiyle tartıştığımız pek çok hamlesi, aslına bakarsanız bu hegemonik iddianın yeniden açığa çıkması ve iktidarı pekiştirmek için bir zemin oluşturuyor. Bu süreçte semboller oldukça verimli bir alan sunuyor iktidara. Bu noktada da bütünüyle bir toplumsal inşadan söz edilemese de sembollerin belki de Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar yoğun kullanımının Erdoğan rejiminde iktidar konsolidasyonu bağlamında tartışılmasından yanayım. Ayasofya’nın cami olarak açılmasının iktidar tabanında karşılık bulduğu açık, fakat bu sembolik siyasetin yarattığı etki ve bunun sürekliliği şüpheli. Buna rağmen böyle bir gündem yaratmak ya da açığa çıkarmak Türkiye’nin laikleşme sürecinde neyle karşı karşıya kaldığını anlamak adına toplumsal muhalefet için önemli. Ancak iktidar için de önemli. Dolayısıyla bunu tek başına suni bir hamle olarak düşünmemek lazım.

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi fetih girişimiyse bunun hemen ardından hilafete ya da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptığı gibi elinde kılıçla Şeyhülislamlığa atıfta bulunmak hegemonik iddia ve otoriterleşme bağlamında dikkat çekici. Bununla birlikte bugünün Türkiye’sinde hilafete ilişkin böyle bir talep olduğu için bu tartışmanın gündeme getirildiğini düşünmüyorum. AKP tabanında da böyle bir talep olduğunu düşünmüyorum. Fakat bunlara rağmen bu tartışmanın yapılması yine iktidar konsolidasyonu için önemli bir hamle. Hilafet tartışması tahmin edersiniz ki Müslüman nüfusun egemen olduğu devletlerin yanı sıra Batılı devletlere Erdoğan’ın hegemonyayı ‘tesis ettiği’ iddiasını kuvvetlendirecek bir gösterge.

Tam da bu anlamda toplumsal muhalefetin nabzını ölçmek, zamanın ruhunu görmek için iktidar açısından önemli bir hamle. Dönüşümün ayak izlerini göstermese de bu hamle, suni bir gündem diyerek azımsayamayacağımız kadar, otoriterleşmeye ve İslamileşmeye dair apaçık bir tartışma ortamı bize yaratıyor. Bunun öznesi bir yanıyla AKP, bir yanıyla Diyanet İşleri Başkanlığı, ancak toplumsal muhalefetin buna ne kadar cevap verdiği, bu cevabı ne kadar yüksek sesle dillendirdiği önemli. Çünkü laikleşme karşısında önümüzde duran bu gündemlere karşı alınacak politik tutumlar ve bunun geniş kesimlerin talebi haline gelmesi otoriterleşmeye karşı da hamlelere olanak tanıyacaktır.