11 Ocak 2015’te “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığını taşıyan bir imza metni yayımlandı. Hepsi akademisyen olan imzacılar bin 128 kişiydi (sonradan imzalayanlarla iki bini aştı)... İmzalayanların çoğu, bu ülkede yüzlercesi, binlercesi dolaşan imza metinlerinin bir işe yaramadığının farkındaydılar; kısacası fazla beklentileri yoktu!... Ne var ki, onların ve daha birçoklarının beklemediği bir şey gerçekleşti ve imzalayanların başına gelenlerle kısaca BAK (Barış İçin Akademisyenler) bildirisi olarak anılan metin ulusal ve uluslararası üne kavuştu. Ünlenmeye de devam ediyor!

Neden derseniz, BAK bildirisi “bildiri” olmaktan çıkıp, bir yanıyla ardı arkası gelmeyen bir cezalandırmaya, öte yanıyla ses getiren bir hareket, farklı güzellikler doğuran bir dayanışma sürecine dönüştü!...

Bu ünün bir kısmını Erdoğan’a borçlu kuşkusuz!... Bildirinin hemen ertesi gün Erdoğan’ın imzalayanları “aydın müsveddeleri” olarak ve “ihanetle” suçlamasıyla başlayan, sonrasında soruşturmalar, işten çıkarmalar, projelerden uzaklaştırmalar, yurt dışı yasakları, şimdi de “teröre destek “ suçlamasıyla ağır ceza mahkemelerinde yargılamalarla sürüp giden yıldırma ve cezalandırma sürecinin, böyle bir ün getirmemesi düşünülemezdi herhalde!...

Öte yandan yıldırılmaya çalışılan bu gurup, düşünen ve sorgulayan olduğu kadar üretmeyi, paylaşmayı, bir başkasından değil kendinden güç devşirmeyi bilen insanlardı... Öyle olunca da, bildiriyi imzalamakla kalmayıp, bundan bir dayanışma doğurmayı başardılar.

Aslında bu gurup içinde yer alanlar çoğunlukla birbirini tanımıyorlardı; sürüp giden savaşa, yaşanan acılara karşı olsalar da, ideolojik veya siyasal bir birliktelik içinde de değillerdi. Buna karşın, insan olarak “vicdan”, bilim insanı olarak “çağına ve toplumuna karşı sorumluluk” onları ortak bir paydada buluşturmaya yetmişti. Kendilerine ve yaptıklarının doğruluğuna inandıklarından güçlüydüler de...

BAK gurubu ve dayanışması da kendilerine yönlen saldırı sürecinde doğdu ve büyüdü. Bir yandan hukuk desteğinden uluslararası ilişkilere uzanan bir dayanışma ağı yaratırken, öte yandan Dayanışma Akademileri kurarak, kütüphaneler açarak eğitime ve topluma katkı sağlamaya yöneldiler. Bu dayanışmanın yoktan var olması ve sürdürülmesinde özellikle genç arkadaşlarımızın emeği de çok...

15 barış bildirisi imzacının öyküsünü bir araya getiren “Akademisyenlerden KHK Öyküleri” de, bu dayanışma ve üretkenliğin sonucu...

Kitapta, KHK ile ihraç edilen ve farklı disiplinlerden, farklı kademelerden gelen imzacıların ihraç edilmelerini odak noktasına alan öyküleri var. Kuşkusuz, üzücü ve dokunaklı hikayeler çoğu; ancak, bir o kadar da kendine ve geleceğe güvenen insanların öyküleri... 15 öykünün, daha birçok kişinin öyküsüne tercüman olduğu da ortada.

İşsiz kalsa da, okuldan ihraç edildiğini kabul etmek ve emekli olmak istemeyen, buna karşın gelir testini geçemediğinden emekli olmak durumunda kalan bir profesör anlatıyor: “Sıra bana gelince emekli olmak istemediğimi gerekçelerimle birlikte aktardım... Aralık ayı sonunda sosyal güvencem bittiği için ikamet ettiğim kaymakamlığa başvurup gelir testi yaptırmam gerekiyordu. Verilen matbu dilekçeyi doldurdum. Formu, utana sıkıla sosyal yardım ve dayanışma bölümündeki memura uzattım...” Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu.

Öğretim üyesi yetiştirme programında (ÖYP) iken, sürenin bitmesini beklemeden İstanbul’dan Bitlis’e gitmek zorunda bırakılan araştırma görevlisi: “Bitlis’e gittiğimin ertesi sabahı, okula kucağımda bebeğimle gittiğimde bana, öğleden sonra sınav görevim olduğu ve oğlumu bir yere bırakıp sınava girmem gerektiği söylendi... Sanki hep oradaymışım ve daha bir gün önce oraya apar topar gelmemişim gibi verilmişti bu emir. Akıllarına gelmedi mi nerede kaldığım, bebeğimi nereye bırakacağım, dağılan ailem, yoksa, işkenceci olma fikri histerik duygularını kabarttığı için zevk mi aldılar, bilemiyorum.” Arş. Gör. Ferda Fahrioğu Akın.

Kocaeli Dayanışma Akademisi’ne (KODA) hayat verenlerden bir doçent:

Ne demiştim başlıkta; oyun daha bitmedi, kürsüyü terk etmiyoruz! Bizi Kocaeli Üniversitesine, yerleşkeye sokmuyorlar ama ne gam, kendi kürsümüzü kendimiz kurduk.” Doç. Dr. Gül Köksal,

Mersin’de Kültürhane adını taşıyan kütüphane ve kafe açan doçent: “Şu anda mutsuz olmamız süreci trajik kılmıyor, bu merhametsiz işleyişin günbegün kendinden emin işleyişi durumumuzu trajik kılıyor. Oysa bunun sürdürülebilir olmadığını biliyorlar, biliyoruz ama devam ediyor. O zaman aynı mantıkla, bir iş yaramayacağına emin olsak da, o anda elimizden ne geliyorsa onu ağırbaşlı, mütevazı bir şekilde yapmanın faziletine inandım ben. Bugün bu yazıyı yazıyorum, dün börek poğaça ve akşam Kültürhane’yi kapatmadan önce gün sonu temizliği yaptım.” Doç. Dr. Serdar Ulaş Bayraktar,

İşsiz kalsa da akademik çalışmalarından ve umudundan vazgeçmeyen yardımcı doçent. “İhraç etmekle yetinmemiş olmalılar ki imza metni yayınlandıktan bir buçuk yıl sonra bir de ceza davası açılmaya başlandı. Aslına iyi de yaptılar. Yüzlerce akademisyen ki çoğu da ders verdikleri kürsülerden uzaklaştırılmıştır; mahkemeleri kürsüye dönüştürüp demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü bir de duruşma salonunda seslendirecekler.” Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu,

Çilenin gerekçesini de Prof. Dr. Ahmet Özdemir Aktan gayet güzel özetlemiş: “İmza metnindeki ifadelere ve fikirlere katılıyor muyduk? Evet... Bir kez daha önümüze gelse imzalar mıydık? Evet... Emekli olup ortamdan çekilmek, geri adım atmak ve baskılara boyun eğmek anlamını taşır mıydı? Hayır... Öyleyse

ortada yanlış bir şey yoktu... Daha da ötesi barış, demokrasi ve insan hakları için mücadelenin devam etmesi gerekiyordu.”

Son olarak, kitaba katkı yapan Dr. Tolga Tören’in üniversite rektörüne yazdığı açık mektupta yer verdiği deyişini bu kitaba uyarlayarak bitirmek istiyorum: “Hukuksuzluğun hukukunun geçerli olduğu bir dönemde anlatılanların birilerince fasa fiso olarak görüleceği bilinse de, olsun. Tarihe not düşmek önemlidir...”

[1]Akademisyenlerden KHK Öyküleri, Yayına Hazırlayan Kuvvet Lordoğlu, Notabene Yayınları, İstanbul, 2018.