KHK ile işlerine son verilen akademisyenlerin ardı arkası kesilmiyor. Son olarak 330 akademisyeninin işine son verildi; içlerinden 170’i de “barış bildirisini” imzalayanlardan... Yani bu ülkeye barış gelsin, kan dökülmesin, cenazeler son bulsun diyenlerden...

Bu arkadaşlarımın çoğu, kamuoyunda bilinen, çalışmalarıyla öne çıkan, akademiye nitelik kazandıran isimler. Örneğin DTCF tiyatro bölümünde dört hoca kaldığından söz edilerek, burada nasıl eğitim yapılacağı soruları sorulmakta ama, aslında, bu soru işten çıkarılanların yer aldığı bütün fakülteler ve bölümler için geçerli. Çünkü, işten çıkarılanların çoğu üniversiteye “üniversite” niteliğini kazandıran isimler.

Örneğin YTÜ’de aynı bölümde çalıştığım –isimlerini tek tek sayamayacağım- çok değerli arkadaşlarım var ki, YTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü kuruluşundan kısa sürede belirli bir nitelik kazanmış ve öğrencilerin tercih ettiği bir bölüm haline gelmişse onların sayesindedir. Şimdi, onlarsız kalan bu bölümde üniversiteye benzer bir eğitimin verilebileceğini düşünmek bile mümkün değil.

Benzer bir durum, Ankara Siyasal Bilgiler ve Marmara Üniversitesi için de söylenebilir. Bunlardan biri de, BirGün okuyanlarının yakından tanıdığı anayasa hukukçusu İbrahim Kaboğlu... Çalışmaları kadar hukuk devleti konusundaki mücadelesiyle de öne çıkan bir isim.

Özetle art arda gelen bu ihraçların kişisel anlamda zararı çok ama bir de üniversiteye ve ülkeye verdiği zarar var ki, bunun bedelinin daha ağır olacağı kuşkusuz. Hangi aklı başında yönetici, büyümek ve dünyada iyi bir yer edinmek isteyen ülke akademisine, akademisyenine bu kadar kıyar; anlamak mümkün değil!

Aslında, üniversiteyi ve memleketi düşünselerdi en başta hocaları ve yöneticileriyle üniversitelerin bu gidişe bir dur demeleri beklenirdi; yani gerçekten akademik bir nitelik ve kimlik taşıyabilselerdi!...

Sessizlikleri ise, gerçekte ne hâlâ düştüklerinin göstergesi niteliğinde!

DİB ve HAYIR kampanyası
Demokrasi için Birlik (DİB), birçok sivil toplum örgütü ve çok sayıda bireyden oluşan bir platform. Geçen bahar, Rıza Türmen’in yazdığı bir yazıda ilk kez dile gelmişti birlik çağrısı; bugün, ülkenin bugünü ve yarınından kaygı duyan çok sayıda örgüt ve bireyin içinde yer aldığı bir birliğe dönüştü. Şimdi ise, çoğalarak “Başkanlık sistemine Hayır” kampanyası çerçevesinde ülkeyi dolanan bir “nehre” dönüşme zamanı...

DİB, dün “neden hayır, nasıl hayır” diyeceğini açıklayan bir basın toplantısı yaptı. İyi düşünülmüş, iyi hazırlanmış bir kampanya hazırlığını dinledik. Özetle, kimseyi ayırt etmeden herkesi kapsayacak, evden, mahalleden çıkıp tüm Türkiye’ye uzanacak, “başkanlığa neden hayır demeliyiz”i anlatmaya odaklanan ve çaydan, dereden başlayıp nehir gibi gürül gürül akacak bir kampanya hedefleniyor.

Kampanya sunumu umut vermekte. Ülkenin onca kaybından sonra aklı başında olup da ülkede yaşanılanların biraz farkında olan herhangi birinin getirilmek istenilen başkanlık sistemine “evet” demesinin zor olacağı düşünülürse, sonuçtan da umutlu olunabilir. Yine de bir mesele var; içerdeki “hayırları” dışardaki “hayırlara” dönüştürebilmek...

Bunun için hem akla ve duygulara hitap eden hem umut verip sorumluluk hissettiren hem ciddi ve coşkulu olmayı başarabilen bir kampanyaya ihtiyaç var. İyi hazırlandığı gibi iyi yürütülen bir kampanyaya...

Anlatılacakların başında, kuşkusuz demokrasi ve hukuk kayıpları geliyor. 2010’da vesayeti bitireceğiz diyerek yine anayasa değişikliklere için “evet” istemişlerdi. Aldıkları “evet” oyunun, gerçekte demokrasiyi, özgürlükleri, hukuku, yargı bağımsızlığını, laikliği bitirmek için kullanıldığını gördük. Şimdi, “milli irade” diye ortalığı inletseler de, “milli irade”yi ortadan kaldırmaya sıra geldi.

“Ey millet, başkanı seçtin mi; işin bitti! Artık ne vekilin, ne bakanın, ne bürokratın var!”

Kampanyada, genel yapısal sorunların yanı sıra sektörel sorunlarla gruplara ilişkin sorunların da yer alacağından söz edilmekte. Bu anlatımdan somut olarak nelerin kastedildiğini anlayamadım ama, kendi adıma gençler ve kadınlar gibi “ücretli çalışanların”, hukuk ve yargı gibi “eğitim ve laikliğin” mesele edilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan ücretli çalışanların (genel anlamda emekçiler) başlı başına önem taşıdığı da unutulamaz…

Örneğin 15 yıllık AKP iktidarında artan işsizlikten aşınan ücretlere, iş güvencesizliğinden taşeronlaşmaya, sendikalaşmadan grev hakkına, kiralık işçiliği mümkün kılan istihdam bürolarından zorunlu hale getirilen BES’e kadar anlatılacak çok şey var. Hepsi, ücretlilerin bugünkü yaşamlarını karartırken, tek adam iktidarının -örneğin kıdem tazminatları gibi- el atacağı daha çok şey olduğu da ortada.

“Ücrete bağımlı yaşayanlar: İşte ekonomi, işte işsizlik; işte liranın değeri, işte ücretler; işte taşeronlaşma, işte kiralık işçilik. Başkanlık sisteminde dahası da var!”
Kuşkusuz ki, DİB içinde yer alan sendikalar, meslek odaları, kadın kuruluşları ve daha birçok sivil toplum örgütünün bu ülkedeki demokrasi mücadelesinde önemli yerleri var; daha önce birçok platformda buluştukları da bilinmekte. Ne var ki, örgütün tepe yapısındaki duyarlılık ve mücadelenin tabana yayılması konusunda sıkıntılar olduğu da bir gerçek.

O nedenle, bugün düşünülmesi gereken bir konu da, DİB bileşeni olan örgütlerin yalnız yönetim düzeyinde değil üye tabanlarıyla bu kampanya içinde yer almaları. Örgütlere düşen asıl sorumluluk da bunu başarmaları.