Politik psikiyatri okumaları yapmak, psikodinamik kavramlarla toplumsal eğilimlerin kesiştiği yerden insanı ve toplumu çözümlemek

Politik psikiyatri okumaları yapmak, psikodinamik kavramlarla toplumsal eğilimlerin kesiştiği yerden insanı ve toplumu çözümlemek Akıl Defteri dergisinin ayırt edici özelliklerinden biridir. Örneğin şu ütopyanın farklı tanımına bakalım:
“Ütopyalar, kralın ve kilisenin dinsel ideolojilerle katılaşan iktidarlarına karşı, ‘yeni sınıf’ın yedeğine güç biriktireceği bir ‘kayıp nesne’nin peşine düşmesinin adıydı. Bizzat kelimenin etimolojisindeki imkânsızlık gibi, melankoliğin ‘kayıp nesnenin peşinde’ onu yakalama çabası da imkânsızlıkla yüklüydü. Her temas edişte mitosun yitişiyle bir daha karşılaşıldığı, kayıp nesnenin bulunması, bu imkânsız çaba bir yana: onun yerine ikame edilen boşlukla baş başa kalındığı ve elbette o boşluk kendi hayaletlerini yarattığı için.”
Derginin editör sayfalarındaki bu yazı ile Terry Eagleton’un Eleştirinin İşlevi kitabındaki ütopya tanımı birbirine çok yakındır. Ütopya yaratma ihtiyacı ile belirli bir çıkışsızlık içinde melankolik ruh durumuna yaklaşma böylelikle giderek yakınlaşır. İnsan kendi içinde yaşadığı dünyayı dönüştüremezse, hatta iktidarın değerleri ile tam cepheden çatışırsa, iktidar ise kitlesellik kazanmışsa, ütopya aranışı da, insan kavrayışı da, melankolik bir ruh halini duyumsaması da eşanlı olarak ortaya çıkar. Tıpkı ülkemizde olduğu gibi.
Diyalektik ilişki burada çok net görülür: “Eğer arzunun nesnesi geçmişin güzel anısının gölgesine sığınmışsa… Oraya dalıp, orada bir şeyler yedekleniliyorsa, bu geçmiş için değil, gelecek içindir. Asıl kayıp geçmişle ilgili değildir. Kaybedilmiş gibi davranılan, yası tutulan şeyin, bir ‘hayali kapasite’ olarak, bir olanak, belki bir imkânsızlık olarak belirip yittiğini gösterir”.
Bu tasımın doğal sonucu şudur:
Melankolide yası tutulan geçmiş değil, gelecektir. Ütopya ile en önemli bağı da budur, deyim yerindeyse, onun çekirdeğine yerleşmiş olan ve kararmayı göze alacak kadar yoğun bu ‘iyimserlik’. Her ikisinin de bugün epey olumsuz anlamlarla donatılmış olmasının bir sebebi de bu yoğun, yaratıcı iyimserliğin ta kendisidir.
Bu anlamda bir yanda Thomas More öte yanda Avrupa’da aydının ve ideallerin yenilmesinden beri entelektüellerin, sanatçıların, hatta art arda gelen kuşakların niteliğine yükselen melankoli, kişisel çemberinden çıkıp köklü bir insanlık durumuna yükseliyor. Geleceğimizi inşa edecek gücün toplumsal arka planları zayıfladıkça güçsüzlüğümüz bizi alternatife yaklaştırırken, somuttan uzaklaştırıp kavramsal ve ahlaki bir dünyaya doğru iteliyor. Post-modernizmin ve küreselleşen kapitalizmin bir numaralı alternatif olarak karşımıza çıkardığı muhafazakârlık ve tarikatlaşan yapay dinler (new ages) akıl çağından sonra belirli bir çekicilik sahibi olamayacak kadar abesle yüklüler.
Gerçekten de “melankolik bir karakter” olarak kahramanlaşmakla yetinmeyenin, toplumsallaşma üzerine düşünmesi zorunludur (Mustafa Cemal).
Daha siyasallaşmış bir önerme de durumu iyi açıklıyor:
“Giderek daha çok anlıyoruz: İç dünyalarımızda sembolize edilmemiş şey Gerçek aracılığıyla Gerçeğe geri dönüyor. Kökensel bir teyide/olumlamaya uygun bir sembol olara kaydedilmeyen şey sembolik alanın dışında varsanılar, hezeyanlar ve eyleme vurmalar biçiminde yeniden görünüyor. Başbakanın ve ait olduğu toplumsal çevrenin zihniyet ve anlam dünyasında en baştan beri/zaten en kaba ve ilkel biçimde hesaptan düşülmüş, dışarıda bırakılmış yoksulluk, onca yoksulluk ve yoksunluğun altında ezilenler (yeryüzünün en çıplak, asıl hakikati), daha sonra, aynı iç dünyanın hemen bitişikteki ikinci zamanında, yoksullara/mağdurlara yönelik kontrolsüz öfke ataklarında, komünistlere yönelik hezeyanlı değerlendirmelerde yeniden görünüyor, geri dönüyor.” (Erdoğan Özmen)
Bir de akıl hastalığı ile melankoli arasında bağ arandığında, “İlginç olansa, tam da melankolinin mitolojisinin akıl hastanelerinin duvarları arasında bir yerlere gömüldüğü günlerde ütopyaların birer ‘hayali kapasite’ olarak ve üstelik toplumsal düzlemde ortaya çıkmasıdır (Cemal Dindar).
Dergi içinde ayrıca 68 kuşağı, siyasi yenilgisi ve ardından düzene eklemlenmeyi reddedenlerin kendini arafta hissetmesi, yollarda geçen bir ömür tüketerek, statükonun rüzgarının en az hissedildiği mekanlarda konaklayan insanların anlatıcısı Wim Wenders sinemasından çıkarak, “68, Yenilgi ve melankoli üzerine..” bir deneme ile içinde yaşadığımız çağın karakteristik yönü olan, ister kahir ekseriyet deyin, isterse Seren Yüce gibi “Çoğunluk’un Sınırları: Aç Sınıfın Laneti Eyleme Geçene Kadar” deyin, sinema üzerine iki uzun makale de Akıl Defteri’nde sizleri bekliyor.
Bir yandan politik psikoloji, öte yandan felsefe, diğer yandan sanat sosyolojisinin yaklaşımı, nihai olarak ise sanat eserlerinde yaratılan karakterlerin Psikanalitik değerlendirmeleri ile bunların toplumsal anlamlarının kesiştiği yerlere eğilen yazılar, soldan insanı okumaya çalışan araştırma ve tartışmalarla yüklü olarak, direnişe çağrıda bulunuyor. Hayatımız ve bilim sol liberallere ve kesinlikle anlayamadığım bir yaklaşım olan “yetmez ama evetçiler”in sığlığına bırakılamayacak kadar zengin. Kuram hayatı merkezine aldığında zenginleşiyor, insanın iç dünyasına eğildiğimizde hücrelerinde tarihin birikimini ve toplumdan aldığı her şeyin izleriyle birlikte bir gerçeklik kazanıyor. İnsanın incelenmesi ne iç dünyası arka planda bırakılarak, ne de toplumsal etkileşimleri yadsınarak incelenemediği için, hayatın kuruluşunda, iktidarın kaybettirdiklerinde, ruhsal yenilenişte, toplumsal direnişte insan kendini bulabiliyor.
Agâh Aydın ise, romanımızdaki karakterler, yaratıcının kimliği ve onu besleyen kaynaklar, inşa edilen dünya ve ruhsallık alanı üzerine incelemesi ile psikoloji ve edebiyat arasında eleştirinin nasıl farklı okumalar yapabileceğini tartışıyor. Bir anlamda Akıl Defteri, solun kültür üzerindeki olması gereken temeli ve hegemonyayı inşa etme çabalarının önemli ürünlerinden birisi.