Kişiler, iş ararken ve hatta yeni arkadaşlıklar kurarken tanılarını, tedavi süreçlerini paylaşıp paylaşmama konusunda ciddi tedirginlik yaşıyor ve ne yazık ki, paylaştıkları durumlarda sıklıkla olumsuz tepkilerle karşılaşıyorlar.

Akıl hastaları toplumun neresinde?

Elif Okan Gezmiş

Toplumda infial uyandıran suçlarda failin psikolojik tedavi gördüğü, ilaç kullandığı, akıl hastası olduğu gibi bilgilerin dolaşıma girmesi genellikle pek gecikmez.1 Doğru olsun olmasın, bu tür bilgilerin hâlihazırda damgalanma kaynaklı büyük ceremeler çeken hastaları toplumun daha da dışına itmekten başka pek bir işe yaramadığını görmemiz gerek. Zira ne yazık ki, toplumun bileşenleri olarak toplum olmanın anlamı, devlet aygıtının işlevi gibi konularda ancak kendimize lazım olduğu ölçüde kafa yoruyoruz. Meselenin muhatabı başkaları olduğunda kabahati hemen her zaman aileye, bazen de komşulara, öğretmenlere, hekimlere yükleyip işin içinden sıyrılmak belli ki kolayımıza geliyor.


Oysa her çocuk ve yetişkin gibi akıl hastaları da bu toplumun eşit bir parçası ve insanca muamele görmeyi herkes kadar hak ediyorlar. Kendisine veya başkalarına somut bir tehdit oluşturduğu durumlarda hastaların toplumdan geçici olarak soyutlanması, başta kendisi olmak üzere herkes için güvenli bir ortama alınması gereğinde, her ne kadar tartışmaya açık yanları olsa da, büyük oranda mutabakat olduğu söylenebilir.2 Dünya Sağlık Örgütü, 2020 yılında yayımladığı ruh sağlığı raporunda hastanelere iradesi dışında yatırılan kişilerin tüm yatan hastalara oranının dünya çapında ortalama yüzde 10 olduğunu söylüyor.3 Ancak bazı temel haklarını kişinin elinden alacaksak da bunun o kişinin de yararına olacak şekilde, ona mevcut özel koşullarının gerektirdikleriyle uyumlu ve insana yaraşır bir ortam sunarak yapmak zorundayız. Kişinin işlemediği bir suçtan dolayı hayatındaki pek çok şeyden mahrum bırakılmış bir vaziyette kilit altında tutulmasındansa bu sürecin rehabilite edici bir atmosferde geçmesine, ona gereken alanın ve imkânların tanınmasına ihtiyaç var. Peki, sağlık sisteminin mevcut koşulları bunu sağlamaya yeterli mi?

Bu sorunun yanıtını tahmin etmek güç olmasa gerek: Pek çok devlet hastanesinde olduğu üzere akıl hastanelerinde de imkânlar hayli yetersiz. Binaların fiziksel koşulları, en hafif tabirle sıkıntılı. Yoğun başvuru nedeniyle servislerdeki yatak kapasitesi fazlasıyla aşıldığından hastalara yatacak yer bulmak bile ciddi bir mesele. Dahası, ihtiyaca karşılık verip yeni hastaları kabul edebilmek için tedavi süreleri çoğu durumda kısıtlı tutulmak zorunda, haliyle de hekimlerin hastalara ayırabildiği vakit sağaltıcı bir ilişki kurulmasına yetmeyebiliyor. Yine başta bütçe ve personel yetersizliği nedeniyle servislerde hastaların izin verilen saat aralıklarında televizyon izlemek veya bahçede hava almaktan başka bir faaliyeti, çoğu zaman, olamıyor. Bu koşullarda, özveriyle çalışan sağlık personelinin çabasına rağmen, tedavi koşulları maalesef idealin yakınından bile geçmiyor.

Taburcu olduktan sonra ailelerinin yanına dönen hastaların tedavisinin sürmesi ve yeniden toplumsal hayata katılabilmeleri ise apayrı bir mesele. Psikiyatrik hastalıklarda tedaviye uyum, yani kişinin hastaneden çıktıktan sonra ilaçlarını kullanmaya devam etmesi, kontrollerine düzenli gitmesi ve tabii eğer böyle bir imkânı varsa, psikolojik destek alması ne kadar elzem olsa da çoğu durumda bu sağlanamıyor. Sonuç, pek çok kişi için yeniden hastane yatışı. Tedaviye uyum sağlansa dahi, hastalığın alevli olduğu sürecin hastanın benlik duyumunda ve sosyal yaşamında yarattığı tahribatı geri çevirmek kolay değil.
Toplumdaki önyargıların da tüm bunları kolaylaştırmadığı aşikâr: Kişiler, iş ararken ve hatta yeni arkadaşlıklar kurarken tanılarını, tedavi süreçlerini paylaşıp paylaşmama konusunda ciddi tedirginlik yaşıyor ve ne yazık ki, paylaştıkları durumlarda sıklıkla olumsuz tepkilerle karşılaşıyorlar. Hastalığın olağan görüldüğü, tedavinin desteklendiği bir sosyal ortamın bulunmaması, belki de mevcut sorunu kangren haline getiren en önemli etkenlerden biri.

Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi Derneği’nin yürüttüğü Ruh Sağlığı Alanında Sivil İzleme Sistemi Yaratma Projesi kapsamında farklı illerdeki ruh sağlığı hastanelerinde yatarak tedavi görmekte olan kişilerle görüşen Psikolog Tolga Erdoğan, bu görüşmelerden kısa özetlere de yer verdiği yazısında4 Mazhar Osman döneminde Türkiye’ye gelen ve bugün halen egemen olan resmi ruh sağlığı sisteminin artık tıkandığı tespitinde bulunmuş. Erdoğan’a katılmamak mümkün değil: Mevcut ruh sağlığı sistemi, işin içine özel klinik ve muayenehaneleri katsak dahi, ihtiyaçla ne nitel ne de nicel olarak örtüşüyor. Mazhar Osman döneminden bu yana psikiyatri ilaçlarında ve psikoterapi yöntemlerinde epeyce mesafe alınması sayesinde bugün pek çok hasta hastane yatışı gerekmeden tedavi edilebilir hale gelmişse de polikliniklerdeki muayene sürelerinin 10-15 dakikaya indiği düşünüldüğünde ayakta tedavinin bile sağlıklı yürütülemediğini söyleyebiliriz. Özel merkezlerde ise uzmanlar hastalara gerektiğince vakit ayırabiliyor belki ama toplumun büyük kesiminin bütçesini fazlasıyla aşan muayene/seans ücretlerini karşılamaya niyetlenseniz bile çoğu zaman randevu bulmakta zorlanabiliyor, haftalarca beklemek zorunda kalabiliyorsunuz.

Vaziyet böyleyken ailelerin özellikle de ağır ruh sağlığı sorunları yaşayan kişileri “bir şekilde” kontrol altında tutması, onlara bakması, onları idare etmesi yönündeki yaygın beklenti, adil değil. Bu hem ailelere hem de hastalara haksızlık: Özel ihtiyaçları olan her birey gibi hastaların da bu toplumda hakları ve yerleri var, bunu sağlamaksa tek başına ailenin görevi değil. Kaldı ki ailelerin isteseler bile bunu başarması çoğu durumda mümkün olmuyor (tüm bu süreçlerin ailelerde ve aile bireylerinde yarattığı yıkım ise apayrı bir yazıyı dolduracak kadar büyük bir konu). Vahşice işlenen suçların hepimizde doğurduğu öfke ne kadar haklı ve doğalsa da bu öfkemizi doğru yere yönlendirmek ve bu tür olayların tekrar yaşanmaması için rasyonel aklı işletmek bizim elimizde. Aksi takdirde bulduğumuz ‘çözüm’, hiçbir suç işlemediği halde potansiyel tehdit oluşturduğuna inandığımız insanları zindanlara tıkmaktan ibaret kalıyor. Kendisini ürküten ötekilere karşı bu tür bir politika gütmenin adını hepimiz biliyoruz.

Gerçek bir çözümse, elbette mümkün: Tarihte ve günümüzde farklı uygulamalar mevcut. Ancak öncelikle sorunun adını doğru koyup bu konuyu herkesin hak ve ihtiyaçlarını eşit ölçüde gözeten bir yerden tartışabilmek, bunun içinse gerek ruh sağlığı alanında çalışan uzmanların gerekse hastaların ve hasta yakınlarının anlatacaklarını duymaya açık olmak zorundayız.

1 Pek çok örnekte aslında meselenin akıl sağlığıyla ilgili olmadığını veya, en azından, yaşananların tek müsebbibin hastalık olmadığını biliyoruz. Bu tür vakalarda bireyi (genellikle de kadınları) açık hedef haline getiren sistemli politikaların suçu yine bir başka bireye kesiliyor. Bu kişinin “hasta” olduğu iddiası ise failin alacağı cezayı azaltmaya ama, bir o kadar da, devletin vatandaşların temel haklarını korumadaki yetersizliğini bir tür kadercilik, öngörülemezlik anlatısıyla örtmeye, halihazırda korkulan ve dışlanan hastaları günah keçisi ilan edip işin içinden sıyrılmaya yarıyor.

2 Şunu da belirtelim: Böyle bir zorunluluk olduğu kararını ailelerin tek başına değerlendirip vermesi mümkün değil.

3 Mental Health Atlas 2020, https://www.who.int/publications/i/item/9789240036703

4 beyond.istanbul’un Mekanda Adalet ve Sakatlık sayısında yer alan “Akıl Hastanesinde Hayat” başlıklı bu yazıya şu bağlantıdan erişebilirsiniz: https://beyond.istanbul/ak%C4%B1l-hastanesinde-hayat-8d5c12f2b925. Ege Kanar ve Can Dinlenmiş’in yazıya eşlik eden fotoğrafları, hastanelerin fiziksel koşulları hakkında bir nebze fikir verecektir.