Önce filmin öyküsü: Kaynağı ve nedeni belirsiz bir olay sonucunda Zona (Bölge) diye anılan bir yer ortaya çıkar. Burada insanın en büyük dileğini gerçekleştirdiğine inanılan bir oda vardır. Bölgeye girişler devlet tarafından yasaklanır, tüm alan dikenli telle çevrilip askeri korumaya alınır. Ama insanlar gücüne inandıkları odaya ulaşmanın yasadışı yollarını bulurlar.

Bölge tehlikelidir, nöbetçilerin mermilerinden kurtulsanız bile odaya giden yoldaki tuzaklarda ölebilir ya da kaybolabilirsiniz. Bu yüzden, bölgeye gidenlere rehberlik yapan ‘izsürücü’ler ortaya çıkmıştır. Bu hikayenin kahramanı olan izsürücü, bir profesör ve bir yazarı bölgeye götürür. Ürkütücü bir yolculuktan sonra nihayet odaya ulaştıklarında profesör bu sahte umutlar odasını havaya uçurmak için 20 kilotonluk bir bomba çıkarır ortaya… Uzun felsefi tartışmalar sonucu insanların yalan bile olsa umuda muhtaç olduğu konusunda uzlaşır, bombayı etkisiz hale getirip bölge dışındaki gündelik hayatlarına geri dönerler.

Hikaye basit bir din alegorisidir aslında: İzsürücü peygamberleri, yazar ve profesör ise dinlerin önerdiği gibi bir mutlak hakikat olup olmadığını araştıran insan akıl ve uygarlığının farklı yönlerini temsil eder. Filmin dinsel düşünceye yaklaşımını yazarla izsürücünün tam da odanın eşiğindeyken söyledikleri özetler. Yazar: “Bu Oda'da bir mucize olduğuna seni inandıran şey ne? Burada tüm dileklerin gerçeğe dönüştüğünü kim söyledi? Bölge'den mutlu ayrılan tek bir insan gördün mü?” İzsürücü: “Doğru, aşağılık herifin tekiyim. Bu hayatta hiçbir şey başaramadım, yapacağım da şüpheli. Karıma güzel bir hayat sağlayamadım. Tek bir arkadaşım bile yok. Ama benim olandan da mahrum etmeyin beni. Her şeyimi alıp dikenli tellerin ardına koydular zaten. Benim tüm hayatım burası.” Kısacası bu anlatı dinlerin yalan olduğunu fakat bir anlam ve umut ihtiyacından dolayı varlığını sürdüreceğini söylemektedir.

Bu, Andrei Tarkovsky’nin Stalker/İzsürücü (1979) adlı filminin hikayesi. Üstelik Tarkovsky’nin ‘boş umut'tan söz ettiği tek film de değil; ilk çalışması İvan’ın Çocukluğu’ndan son filmi Kurban’a kadar tüm yapıtlarında dini hakikatin/tanrının nasıl ‘ulaşılması olanaksız bir hayal’ olduğunu anlatır. İnsanların bilinçdışı takıntılarıyla anılarında yaşattıkları kişileri organik düzeyde birebir üreten bir gezegenin anlatıldığı Solaris’te (1972), yanan bir mumu bir kaplıca havuzunun bir ucundan öbürüne sönmeden götürebilirse tüm dünyanın kurtulacağına inanan Domenico ve Gorchakov karakterleriyle Nostalghia’da (1983), dünyayı kurtarmak için malını mülkünü yakıp sessizlik yemini etmesi gerektiğine inanan Alexander’ın anlatıldığı Offret/Kurban’da (1986) hep aynı ‘umut veren yalan’ öyküsü tekrarlanır.

Bu filmler, izleyenlerin yönetmenin agnostik, hatta bazen açıkça ateist bir yaklaşım sergilediğini anlamasını zorlaştıran bir görüntü ve diyalog yoğunluğuna sahiptir. Bu kapalı anlatım tarzı özellikle Türkiye gibi arada kalmış ülkelerin muhafazakarlarını kolayca tavladığı için, İslamcılar Tarkovsky filmlerine neredeyse ‘kutsal metin’lik atfederler.

Dincilerin Tarkovsky’yle sınırlı kalmayan karakteristik düşünce ve davranış tarzıdır bu: Asla tartışamadıkları bir dogmadan yola çıktıkları için hemen her şeyi yanlış tanımlarlar. Cübbeli Ahmet Bey’in kâfir ilan ettiği Farabî’nin “Önce doğruyu bilmek gerekir. Eğer önce doğru bilinirse yanlış da bilinir” demesinin hakikati budur işte...

Gerçi Tarkovsky filmleri söz konusu olduğunda daha fenası da var: SSCB deneyimine alabildiğine oryantalist bir bakışla yaklaşan batılı eleştirmenlerden Daniele Dubroux, dileklerin gerçekleştiği odayı ‘serbest bir tüketim alanı hayali’, “Özgür bir alışveriş alanı olarak Batı Almanya’nın Doğu Almanya için anlamı” biçiminde yorumlamıştı. (Cahieurs du Cinema, Aralık 1981) Kapitalistlerle dinciler arasında simbiyotik bir ilişki var; hakikate dair düşünme çabalarını manipüle ederken birbirlerini de besliyorlar.