İstanbul seçimlerine dair tartışmalarda “seçimlerin iptali mümkün değil” diyenlerin kendilerince çok haklı argümanları vardı: Bunun hiçbir şekilde rasyonel olmadığını, akıl yitimi anlamına geleceğini, ekonomik krizi derinleştireceğini ve hem içeride hem de dışarıda AKP’nin meşruiyetini ciddi bir şekilde zedeleyeceğini söylüyorlardı. Haklılardı ama bir şeyi gözden kaçırıyorlardı: Bazı durumlarda rasyonel olmayan bir şekilde, yani akıldışı bir şekilde […]

İstanbul seçimlerine dair tartışmalarda “seçimlerin iptali mümkün değil” diyenlerin kendilerince çok haklı argümanları vardı: Bunun hiçbir şekilde rasyonel olmadığını, akıl yitimi anlamına geleceğini, ekonomik krizi derinleştireceğini ve hem içeride hem de dışarıda AKP’nin meşruiyetini ciddi bir şekilde zedeleyeceğini söylüyorlardı.

Haklılardı ama bir şeyi gözden kaçırıyorlardı: Bazı durumlarda rasyonel olmayan bir şekilde, yani akıldışı bir şekilde davranmanın kendisi bizzat akıl haline gelebiliyordu. Burada da öyle olmuş, iktidarın aklı, akıldışı da olsa, ekonomik-politik-sembolik önemi nedeniyle İstanbul’u kaybetmeyi göze alamamıştı, bu uzun vadede ona çok daha fazlasını kaybettirebilecek olsa bile.

Şimdi, tekrar seçime doğru giderken, acaba iktidar kendisi açısından “rasyonel” diyebileceğimiz bir tutuma mı dönecek, yoksa “akıldışı akıl” işbaşında olmaya devam mı edecek, odaklanılması gereken mesele budur.

Ne demek istiyoruz anlatalım. Türkiye kapitalizmi, Türkiye’nin sermaye düzeni çok ciddi bir krizden geçiyor ve belki de ilk kez AKP rejimiyle sermaye düzeni arasında bu kadar büyük bir açı ortaya çıkıyor. TÜSİAD’ın on yedi yılın en sert çıkışını yapması da bununla ilgili. Rejimin attığı adımlar, sermaye birikim sürecini tehdit ediyor, iktidarın hegemonya projesinin zayıflaması sermaye düzenine yönelik öfkeyi güçlendiriyor.

Tüm bunlar olurken TÜSİAD, yani büyük sermaye, ilk kez İmamoğlu şahsında Erdoğan’a bir rakip bulduğunu düşünmeye başlamış gibi görünüyor, buna Gül-Babacan-Davutoğlu ekibi de eklendiğinde, sermayenin Erdoğan-sonrası bir döneme hazırlandığı, bunu tahayyül etmeye başladığı anlaşılabiliyor.

Dışarıda ise özellikle S-400’lerin alımı ve ona bağlı olarak F-35’ler meselesi, Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları, Fırat’ın doğusu, İran ambargosu, Halkbank Davası gibi başlıklarda ABD’yle ciddi bir gerilim söz konusu. İktidar, emperyalist hiyerarşi içerisinde kendisine çizilen kırmızıçizgileri esnetmeye giriştikçe, daha sert bir tutumla karşılaşıyor, bu da göbekten Batı kapitalizmine bağlı Türkiye kapitalizmi için bir beka meselesi anlamına geliyor.

İşte tam da bu noktada Erdoğan’ın hangi rasyonaliteyi seçeceği sorusu önem kazanıyor. Eğer burada da tıpkı İstanbul’da olduğu gibi “akıldışı akıl” devreye girerse, yerli ve uluslararası sermayenin güvenini iyice kaybettirecek adımlar atılabilir, S-400’ler Türkiye’ye getirilebilir, Suriye’de yeni maceralara girişilebilir, ABD’nin sadece askeri değil, ekonomik yaptırımları devreye girebilir ve çok büyük bir siyasi ve ekonomik çöküş yaşanabilir.

Öte yandan AKP, kendisinin bir sermaye partisi ve kaderinin de sermaye düzenine bağlı olduğunu, tekrar hatırlarsa, Erdoğan “rasyonel” davranarak yerli ve uluslararası sermayeye “benimle çalışmaya devam edin” mesajı verip uzlaşmayı deneyebilir ve böylece S-400’lerin alınmasından vazgeçilmesine, ABD’yle Suriye’de yeni bir mutabakata varılmasına, Batı’ya yeniden yanaşmaya ve IMF’yle anlaşmaya uzanan bir süreç izleyebiliriz.

Bu iki seçenek arasında yapılacak tercihin İstanbul seçimlerini, ekonomik krizin gidişatını, ittifakların devam edip etmeyeceğini, yeni partilerin kurulup kurulmayacağını, seçim dışı mekanizmaların devreye sokulup sokulmayacağını belirleyeceği, yani doğrudan iç siyaseti şekillendireceği ise açıktır.

İktidar açısından hızla bir yol ayrımına gelinmektedir ve o yol ayrımında yapılacak tercih Türkiye’nin geleceğini de belirleyecektir. Bu gidişata soldan bir müdahale yapılıp yapılamayacağı ise asıl meselemizdir.