Diyelim ki ev-ofis olarak çalışan birisisiniz ve televizyonunuz sürekli açık, sosyal medyaya da sık sık bakıyorsunuz. Yalnızsanız bu şartlar altında panik yaşamanız olası. Televizyonlardaki güya bilgilendirme amaçlı olan abartılı yorumlar, paniğe yol açacak şekilde dile getiriliyor. Sosyal medyanın felaket-seviciliği ise ayrı bir mesele. Sanki daha fazla nasıl felaketleştirebiliriz diye bir yarış var. Sosyal medyanın hali, Sartre’ın Paul Nizan’ın ‘Aden’ kitabındaki yazısında dile getirdiği umutsuzluğu hatırlatıyor, Ikinci Dünya Savaşı’nın ardından bir moda haline gelen umutsuzluktan doğan o tuhaf sevinci…

Her dakika ne olduğunu takip etmek yerine, belli aralıklarla güvenli bulduğunuz haber kanalları ve sosyal medya hesaplarına bakmanız yeterli aslında. Diğer zamanlarda dikkatinizi başka şeylere vererek rahatlamaya çalışmanız, virüs bulaşmasın diye aldığınız tedbirler kadar önemli. En önemlisi ise yalnız olmadığınızı hissettirecek bağlantılar kurmanız, başkalarıyla iletişimde olmanız…

Korona, toplumsal bağların zayıflığını göstermesi açısından düşündürücü. Marketlere koşup abartılı bir biçimde istif yapanlar, her koyun kendi bacağından asılır mesajının hangi düzeyde içselleştirildiğini gösteriyor. Ya da ilk fırsatta çalışanları ücretsiz izne ayıran ya da işten atanların acımasızlığı… Aynı zamanda üretilen komplo teorileri ve bu komplo teorilerine gösterilen ilgi, devletlere ve kurumlara karşı derin bir güvensizliği de işaret ediyor. Virüs, bu çağın tekinsizliğini daha da görünür hale getirdi.

Başka çağlarda da insanlar çeşitli felaketlerle karşı karşıya kaldılar, ama hiç bu denli yalnız ve savunmasız hissettiklerini sanmıyorum. Belki yanılıyorum. Eskimoların ya da çöllerde yaşayan kabilelerin çeşitli felaketleri dans edip şarkılar söyleyerek karşıladıklarına dair antropolojik gözlemler var. Sanki dans ve müzik, birbirleriyle ve doğayla aralarındaki görünmez bağı hatırlatıyor onlara. Bu bağın hissettirdiği şeyler bazen dehşet verici olsa da, akışta olmanın getirdiği bir kabullenme ve huzur da var sanki. Italya’da müzik eşliğinde insanların kapandıkları evlerin balkonlarında dans ettiklerine dair videolar dolaşıyor sosyal medyada.

Psikolog Csikszentmihalyi, ‘Akış’ adlı kitabında, o görünmez bağın, günümüzde kültürel dağılma gibi çeşitli nedenlerle koptuğunu, kamuoyu değerlerinin belirsizleşmesinin ‘anomie’ ve ‘yabancılaşma’ya neden olarak hayatı anlamsızlaştırabildiğini anlatıyordu. Lövy ve Sayre de ‘Isyan ve Melankoli’ adlı kitapta, ticari rasyonaliteyi işaret ediyordu bu yabancılaşma ve akıştan kopuşun nedeni olarak. Otoriter kolektivizm ile sahiplenici bireycilik ya da irrasyonalizm ile teknobürokratik rasyonalite gibi ikilikler dışında bir seçenek yokmuş gibi davranılıyordu. Doğayla uyumlu, yaşamın büyülü halini muhafaza eden yaratıcı bir toplumsal hayattan uzaklaşılıyordu gitgide…

Macar yazar Sandor Marai, ‘Buda’da Bir Boşanma’ adlı romanında, bütün canlıları birbirine bağlayan o görünmez bağla ilgili şöyle yazmıştı: “Ama işte sorun tam da burada, eğer o garip akımı hissetmezsen, seni ve diğer canlıyı birbirine bağlayan o ilginç iletişim artık sönmüşse… Işte hayat oraya kadar. Elbette ondan sonra da hayatını devam ettirebileceğin, doldurabileceğin binlerce şey var. Ama o andan itibaren benliğinin çarkları boşuna dönüyor.” Virüs sadece bağışıklık sistemi zayıf bedenleri değil, çarkları boş dönen benlikleri de ele geçirmeye çalışıyor. Virüsle mücadelenin bir ayağı da psikolojik; felsefe, edebiyat ve sanat bu mücadelenin önemli unsurları.