Balıkçılar kahvehanesinde seçimleri tartışıyor herkes; uzun zamandır kimseyi bu kadar heyecanlı görmemiştim. Halkı politize etmeyi başardı iktidar, bütün bu engellemelerle. Herkesin fikrini ilgiyle dinliyorum, en çok da fikirlerini söylerken duygularını dile getirişlerini. Kendimde sevdiğim şeylerden biri akışta olmak, zihnimdeki dünyayla dış dünya arasında köprüler, yollar arayıp bulmak. Örneğin herkes, toplum hakkında bir fikir sahibiymiş gibi […]

Balıkçılar kahvehanesinde seçimleri tartışıyor herkes; uzun zamandır kimseyi bu kadar heyecanlı görmemiştim. Halkı politize etmeyi başardı iktidar, bütün bu engellemelerle. Herkesin fikrini ilgiyle dinliyorum, en çok da fikirlerini söylerken duygularını dile getirişlerini. Kendimde sevdiğim şeylerden biri akışta olmak, zihnimdeki dünyayla dış dünya arasında köprüler, yollar arayıp bulmak. Örneğin herkes, toplum hakkında bir fikir sahibiymiş gibi konuşuyor. Bana göre bu zor bir şey, o kadar çok etken, katman, duygu var ki işin içinde.

Jean Amery’nin ‘Suç ve Kefaretin Ötesinde’ adlı kitabını yıllar evvel okuduğumda, Türkiye’deki entelektüel krizin nedenlerine dair bir aydınlanma yaşamıştım. Şöyle yazmıştı Amery: “Entelektüel insan akla hayale sığmayan durumları, entelektüel olmayanların yaptıkları gibi, verili birer olgu olarak rahatça kabullenemiyordu. Gündelik gerçekliğin tezahürlerini sorgulamaya yönelik uzun temrinler, kamp gerçekliğine kolayca razı olmasını engelliyordu, çünkü bu gerçeklik onun şimdiye dek mümkün gördüğü ve bir insandan beklenilir bulduğu şeylerle çok kaba bir biçimde karşıtlık ilişkisi içindeydi.” Entelektüel yalnızlığı ve umutsuzluğu denilen şey, biraz da böyle bir şey değil mi? Kendi zihnindeki gerçekliğe hapsolmak…

Amery’nin bahsettiği şey, bir tür sabitlemeydi aslında. İnsan zihni, hayatı belki de kolaylaştırdığı için her şeyi sabitleme eğiliminde. Bu da türlü yanılgılara, fanteziyle gerçekliğin karışmasına, hayalkırıklığı ve umutsuzluğa neden oluyor.

Bana öyle geliyor ki, kafamızdaki dünyaya göre dış dünya daha hareketli, renkli, akışkan… Önemli olan zihnimizdeki dünyayla dış dünya arasında köprüler inşa etmek, edebiyat ve sanatın yaptığı ya da yapmakta zorlandığı köprüler… Victor Hugo ‘Sefiller’i yazdığında, matbaaların önünde kuyrukların oluşması, tam da bu köprülerle ilgiliydi. Sahte köprüler inşa eden medya gibi iktidar aygıtları yüzünden bir hakikat ve anlam krizi yaratıldığı malum, ama ne yapılırsa yapılsın hakikat olduğu yerde duruyor, iktidarların kâbusu olmaya devam ederek.

Zihindeki dünya ile dış dünya arasında bağ kurulamadığında, insan kendisine de mıhlanıyor sanki, her tür değişimden korkan, alışkanlıklarına teslim olmuş… Bu da, katı ve yargılayıcı bir tutuma neden oluyor genellikle. İhtiyarların, eskiden her şeyin güzel olduğu ve dünyanın gittikçe kötüleştiğine dair karamsar fikirlerini anlatışlarında böyle bir sabitlemenin izleri yok mu? Halbuki, her zaman iyiye ve kötüye gidişler vardı.

Akışta olmanın en önemli işareti de duygular olsa gerek. Kendisine mıhlanan, akıştan kopmuş insan için duyguların yaşanması ya da dile getirilmesi çekinilecek bir şeydir. Duygular yaşanacaksa da, kontrol altında, sabitlenerek yaşanılmalıdır. Duyguların nasıl kontrol edileceği üzerine ciddi bir külliyat oluşmuş durumda. Bazı duyguların yaşanmasına izin verilirken, bazılarından köşe bucak kaçınılır örneğin. Her zaman akışın içinde kalmış Marguerite Duras’ın, öfkeyle yazdığı şu sözleri hatırlamak iyi olabilir: “Bana göre siyasi kayıp, her şeyden önce kişinin kendini kaybetmesidir, tatlılığı kadar öfkesini de, sevme yetisi kadar nefret etme yetisini de, tedbir kadar aşırılığı da, çılgınlığı, saflığı, her şey karşısında duyduğu güven kadar kapıldığı dehşeti de, gözyaşları gibi sevincini de elden bırakmasıdır.”

Hayal kırıklıklarına, umutsuzluğa, acıya dayanıksızlık, tam da bu akıştan kopmayla ilişkiliymiş gibi geliyor bana, kendi zihnimizdeki dünyayla dış dünya arasındaki bağlar zayıfladıkça…