“Harfler sesimden dökülüyordu” diyerek, yaraları şiirle sarıp insanlaştıran usta bir şaire Kuş Uçar Kanat Ağlar’da eşlik etmenin tam zamanı

Aklın mayasıyla sırlanan imgeler

Şenay Eroğlu Aksoy

Şükrü Erbaş’ın son kitabı Kuş Uçar Kanat Ağlar için ŞiirHikâye denilmiş iç kapakta. Behçet Necatigil’den yapılan alıntıyla da güçlendiriliyor bu adlandırma. Arka kapak yazısını okuduktan sonra kitabı aralayanlar Necatigil alıntısıyla karşılaşınca başka bir göz kuşanıyor ister istemez. Ama karşınızdaki usta şair Şükrü Erbaş olunca Kuş Uçar Kanat Ağlar’daki metinler şiir gövdesiyle, öykünün bahçesine uzanıverecek belki, düşüncesi tatlı bir merak duygusuna eşlik ediyor. Öykünün bahçesi diyorum zira şiir, zamanı ve mekânı kolaylıkla aşabilen bir yüksekte duruyorsa; öykü parmak ucuyla da olsa yere dokunuyor sanki. Gerçeği yakalamak için kurulan atmosferi, empati kurmamızı sağlayan öykü kişisi, hayatlarımızdan ayrıntılar bulduğumuz mekân ve olaylarıyla göz hizamıza inerek kendini az da olsa dokunulabilir kılıyor. Kuş Uçar Kanat Ağlar’a, “öykünün içindeki şiiri” önemseyen bir öykücü olarak bakmak, en azından Necatigil’den yapılan alıntının yalancısı olmaya gönüllü olarak, biçim arayışına girişmeden, Kuş Uçar Kanat Ağlar’ı anlatmaya çalışmak bambaşka bir heyecan sebebidir elbette bir öykücü için.

Şükrü Erbaş şiirleri okuyarak kalemini büyütenler onun imgelerinin köklerinin bu toprakların söylencelerinde, ağıtlarında, türkülerinde olduğunu bilir. Taşralı ya da köylü olma durumu, geleneklerin sarmalayan ve savuran yanları aklın mayasıyla sırlanarak çarpıcı imgelere dönüşür onun şiirinde. Varoluş sancısıyla dolu, huzursuz bir ruh vardır şiirlerin ardında. Acıya, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı bıçkın bir direnme refleksi taşıyan bu ruh, insana, hayata ve kendine karşı derin bir kuşku içindedir. Ait olmak, gündelik hayatın içine karışarak alışkanlıkların pençesinde tükenmek, yerleşik olmak istemez. Vardığı her noktayı sorguladıktan sonra bir sonrakine yürümek ister. İkircikli bir insanlık hali değil bilinçle kazanılmış bir kaçınma refleksidir bu. Yine aynı ruh ölümü eşikte tutar daima ve tıkandığı yerde yönünü bulmak için o eşiği hatırlar/ hatırlatır. Kuş Uçar Kanat Ağlar’da da aynı sessizlik, aynı bıçkın duruş, aynı şiir karşılar bizi. Yitenlerin ardından bir başına ağıt yakılır durmaksızın, serzenişte bulunulur Ömür Hanım’a. “Gelmiyorsun, gitmiyorsun” denilir ilkin ama sonra “Hatıran insan olmanın sonsuz harfleri” denilerek yaşamın içine çekilir yitirilen. Ocağı Yakın’da geceyle birlikte kendi içine kapanan ev, dışarda şiddetini artırarak fırtınaya çeviren yağmur, ağaçların yapraklarını göğe çıkaran rüzgâr birkaç cümleyle çiziliverir okurun zihnine. Şiirin gövdesinin öykünün bahçesine uzanışıdır bu. Kuşatıcı ve etkileyicidir. Karanlıkla birlikte kendine kapanan evde, cümle cümle çizilen fırtınada, gecenin getirdiği görmezliği derinden kavramamızı sağlayan kaybolmuş pencerelerdedir o eğiliş. Bu kederli atmosferin içine çekilen okur, daha başta şiirin kalbine yürüdüğünü sezer. Varacağı noktada onu bekleyen hüzün ışıltılı bir şal gibi uzatılmıştır üstüne. Anlatılan bizim hikâyemizdir sanki. O kadar tanıdık, o kadar yakın. “Zamanı bedene dönüştüren” arzulardan “gözyaşı boyalı bir yalnızlığa” varan bir sevdadır Ocağı Yakın’da mesele edilen. Yaşaya yaşaya yabancılaştığımız durum yakıcı bir yaraya dönüşür Erbaş’ın ellerinde, görünür olur, geçip karşımızda durur. Birkaç soru bırakır ortaya, çekilir. Sanki bu soruları yalnızca kendine soruyormuş gibidir ama öyle değildir, şiirin hayata bir başka yönüyle dokunmasıdır bu. Şükrü Erbaş kopkoyu bir karanlığı yalnızca onu var eden yanlarıyla çizse nasıl bir şey çıkar ortaya? Öfkesini, eşitleme arzusunu, hayatta eksik olanı dizeleriyle çağırma tutkusunu kenara bıraksa nasıl tarifler karanlığı? Gözyaşının harfleri, ölümün yirmi dokuz harfi, insan olmanın harfleri, diyerek bizi bize anlattığı gibi karanlığın harflerini de aynı alfabeden bulup çıkarır sanırım. Kuş Uçar Kanat Ağlar’da aşina olduğumuz Erbaş dokunuşu eşlik eder yine bize. Sevginin emekle büyüyüşü, erkek olmanın taşrayla denk babadan oğula aktarılan sessizliği, kirpik, kakül, kandil, belik, yalnızlık, zaman…

Daha başta yarattığı bir imgeyi tüm şiire yayıverir bazen de. İçine girebileceğimiz bir hikâye, tanıdık gelen bir şehir- çoğunlukla Yozgat’tır o şehir- sinemalardan başlayıp bir ömre yayılan aşk hikâyesi, taşranın kuşaklar boyu yinelenen kekremsi soluğunu duyurur. Şükrü Erbaş’ın söyleyişiyle “saçının telinden topuğuna” kadar insandır anlatılan. Tanıdık bir sokakta, tanıdık bir ses, biçim kaygısına düşmeden yüreğimize dokunur yine. Onun şiirini okuyanlar arı duru dizelerin, işaret edilmek istenen gerçeğe doğrudan bağlı, usta işi imgelerle var olduğunu bilir. Anlam derinde, ulaşılmaz değil, açıkta ve çarpıcıdır. Kuş Uçar Kanat Ağlar okurla buluşmasının üstünden bir ay geçmişken on bin satarak bıçak sırtı günler yaşayan bir ülkede umudun fısıltısı oldu. Okuma şöleni yaratan metinler er ya da geç karşılığını buluyor elbet. Ne mutlu ki bu karşılık çok hızlı alındı bu defa. “Harfler sesimden dökülüyordu” diyerek, yaraları şiirle sararak insanlaştıran usta bir şaire Kuş Uçar Kanat Ağlar’da eşlik etmenin tam zamanı. Keyifli okumalar.