İnsan teki gider, aklını da beraber götürür. Öyle tatile gideceğim, malak gibi yatacağım, deniz, güneş, falan feşmekan hepsi yalan. Ya da benim için yalan. Karşımızdaki ada Simi. Merakla pazar günü yapılacak referandum sonucunu bekliyorum. Pazar geliyor, kadehimi ‘hayır’ oyu verecek Yunan Halkı’na ve Çipras’a kaldırıyorum. Ertesi gün ve Salı günü BirGün’den haberleri okuyorum, yüzde 61’le Troyka’ya net yanıt veriliyor. Castro SYRIZA’yı ve Çipras’ı tebrik ediyor, kutluyor. Gazetem başka haberler de yazıyor, uğradığı baskılara rağmen hak ihlallerini gündeme getirdiği için 2015 Basın Özgürlüğü Ödülü’nü alıyor. Yazıları ve yazarları ile ilgili davaları eksik olmayan bir gazetenin mücadele devamlılığı ve yayın ilkeleri ödülden önemli.

Neyse başa döneyim; “insanlar hep bir yerlere gider de, aklını evde bırakamaz,” diyordum. Geldiğimden beri rüzgar eksik olmuyor, deniz de hafif çalkantılı, Yaşar Kemal’in ada dörtlemesinden “Karıncanın Su İçtiği” adlı destanıyla çelişiyor. Romana destan dedim de, n’apim o tatda yazılmış. “Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki karıncalar su içerdi,” diye başlıyor Yaşar Kemal. Ne yazık, öylesi durgun bir coğrafyada yaşamıyoruz. Ara sıra böylesi zamana sahip karıncalar gibi olmak istiyor insan.

En iyisi mi perşembe günü liman önünde kurulan pazardan, pazardaki köylü kadınlardan bahsedeyim. Bahçelerinden 3-5 kilo topladıkları ve poşetlere doldurdukları nevalelerini satıyorlar. Bamya, börülce, domates, biber, salatalık ve bilumum yeşillik, tabii bunun yanında badem, kekik balı, keçi boynuzu pekmezi, kabak çiçeği, portakal reçeli, kurutulmuş iki çeşit kekik... Kekik... Mis koku... Kokusu... Kekiğin kokusu röportajdaki “maskemi taktım, kafasını kestim,” diyen İŞİD’çi militanın kan kokulu cümlelerine karşıt. Okudukça kan kokusu giriyor duyularına insanın. Gözünü, kulağını, tenini kesiyor... İçindeki sana sesleniyor; İki çeşit kekiği avucuna koyup karıştır, nefesin tükenene kadar içine çek, koku burun deliklerini yaksın, genzine sızsın. Bir daha aynı şekilde solu, beyin hücrelerini doldursun, doldursun da kör ol, öl diye! Kan kokusuyla değil, kekik kokusuyla öl diye!

Köylü yaşlı kadınlardan bahsedecektim, toprak kokulu, çiçek kokulu, nur yüzlü yaşlı kadınlardan... Son kalan iki sakız kabağını almazsam diye çekinerek; “tanesi bir lira, sen al ikisi bir lira olsun,” diyen, torbasında kalan son bamyası için “al, bir kilodan fazla, sen beş lira ver yeter,” diyen Palamutbük’lü kuru toprak yüzlü kadınlardan... Günaşırı bir buçuk kilo süt getiren, “henüz, bir saat önce sağdım,” diyen anadan...

Olmadı yine, olmadı işte! Başladığım yerden devam edemiyorum. Mao’nun maketini asan, Çinli diye Koreli turist grubuna saldıran, “burnumuzda tütüyor, Çinlinin kan kokusu” yazılı pankartı asan, Çin restoranını basan kitleleri: Sağ siyaset talimli ve diri tutmaya çalışıyor.

Günümüzde her şeyin fotoğrafı çekilebiliyor. Saklanıp gizlenebilir hiç bir sefalet tablosu bulunmuyor artık. Her türlü sefalet açıkta ortada, gözler önünde. Ancak bu, herkesin sefalete eskisinden kolay alışabilmesi gibi bir anlamı da içeriyor. Eskiden bir insan hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi davranabiliyordu. Bugün ise çaresiz kalmış bir kimse davranışını sergileyebiliyor, çünkü fazlasıyla çok şey görüyor. Haberim yok diyemiyor, çaresizliğine sığınıyor. Dostlar arasındakiler de içinde olmak üzere, tüm konuşmalar eskisinden daha ikiyüzlü nitelik kazandı. İnsanın ateş püsküreceği gereğinden çok şey var. Her gün her insan korkunç pek çok şey yaşıyor. Ama korkunçlukların fazlalığına bakıp ortada kendisini ilgilendirecek bir şeyin bulunmadığı sonucunu çıkaracak kimseler, her şeye rağmen çevresinde neler olup bittiğini yine de bilir. Beş duyusunu kapatanlar bile kendilerini pek uzağında tutamayacakları olaylara tanıklık eder, aptalların bile hiç değilse kendi canlarıyla ilgili olarak korkuya kapılmaları için yeterince neden vardır. Dolayısıyla, bütün sözde sakin davranmalar, bir iki yüzlülük uçurumunu içinde barındırıyor.

Özgürlük sözcüğü önemli, ancak belki de sözcük bir gerilimi de içinde barındırıyor. İnsan teki gider, aklını da beraber götürür cümlesiyle başlamıştım. “Hep kaçıp uzaklaşılması istenir, kaçıp uzaklaşılmak istenen yerin bir adı yoksa, belirsiz bir yer ise burası ve gözle görülür bir sınırı içermiyorsa, özgürlük diye nitelenir,” diyor Elias Canetti ‘Marakeş’te Sesler’ kitabında. Bir gerilimin uzamsal dışavurumu, sanki ortada böyle bir sınır yokmuş gibi belli bir sınırı aşıp geçmek için duyulan şiddetli istektir. Sınırları aşmanın dayanılmaz hafifliği... İktidarı alt etmenin aklın özgürlüğüyle bağlantısı var. O yüzden ölme! İnadına yaşa. Çünkü, zaman içinde özgürlük ölümü yenmektir.