Bir zamanlar Doğu Roma’nın başkenti olmuş kentte, Taksim Meydanı diyebildiğimiz kamusal bir alanımız vardı.  Boşluklu belleğimize dalıyorum; dört dilde basılan tiyatro, konser afişlerinin Pera’ya asıldığı, operaların şölene çevirdiği geceleri düşlüyorum. Hatırlayalım  Apoyevmatini (yun.akşamüstü) gazetesi dört yüz elli bin satardı. Nerde bu okurlar? Sahi ne oldular, bir gece ansızın toza buluta mı karıştılar? Modern zamanlar efsanesi Osep Minasoğlu, İstanbul’un en eski stüdyo ve set fotoğrafçısıydı arşivinden kalanlar bin bir güçlükle korunmaya alındı. Nano teknoloji çağında boşluklu belleğimiz, kartpostallarda gizli. Çekip çıkardığımız, anlamaya, anlamlandırmaya, sorgulamaya çalıştığımız sözcük; YÜZLEŞME.

İki bin on iki Sofita arşivinden: “Kentin Agorası/Tarlabaşı talanından sonra tüm itirazlara ve sert tepkilere rağmen Taksim’e kazma vuruldu. Yetmişten fazla Sivil Toplum Örgütü, meslek birlikleri ve kitlelerin itirazına kulak tıkayan kent yöneticilerinin derin sessizliği, hukuki kararların yok sayılması utanç verici. Belki satıştan gelecek rantın hesabına düşmüşlerdir. Taksim Platfomu’nun diyalog çağrısına kulak tıkayan belediye kayıtsızlığının vebalini nasıl ödeyecek?”

Hatırlayalım, kapitalin vahşice yuttuğu Beyoğlu’nun dönüşüm süreci 2007 yılına dayanır. Mimar Giulio Mongeri imzalı bina (1914) Devlet Tiyatroları Taksim Sahnesi olarak yıllarca hizmet vermişti. Daha sonra alışveriş merkezi yapılmaya karar verilmiş ve tiyatro oradan kovulmuştu. Şimdi o sahne bir alışveriş merkezinde (Mecidiyeköy-Cevahir sahnesi) yeraltına tıkıştırılmış durumda. Daha sonra gelen AKM süreci kapanan sahnelerle birlikte, kent merkezinden çekilen Sanat!  Kapitalizm dişlisi dönüyor. Ağaçları, birbirinden değerli binaları, yolları, insanları önüne çıkan her şeyi hunharca katlederek; Kenti ruhsuz, meydanı insansız bırakma hevesinde. Mümkünmüş gibi...

Kentin bir parçasına müdahale etmek, fiilen o kentin içinde yaşayan bireylerin kimliğine müdahale etmektir. Kimliğimize yapılan bu çirkin ve geri dönüşsüz hükümlere itiraz ediyoruz. Umudumuzu yitirmeden, yıkımı engellemek düşüncesiyle dozerlerin önünde nöbet tutuyoruz. Geleceğimize, onurumuza, emek ve demokrasi meydanımıza sahip çıkıyoruz.

Son yıllarda kentin duvarları giderek suskunlaşmıştı. Oyun afişleri, opera, dans, bale havadisleri izlenemiyor, gösteri dünyasının türlü renkleri gündelik hayattan siliniyordu.  Yaratıcı alanlanlar abluka altında,  sahnelerden sokaklara taşmanın peşi sıra yeni arayışındaydı. Hukuksuzca onanan yasalarla kültürel yapılar atıllaştırılırken, Beyoğlu’nu kesen her sokak sahneye evrildi. Misal AKM – MPM (Meydan Polis Merkezi) ne dönüştürüldü. Patlayan havai fişekler, TOMA’lardan sıkılan boyalı sular, çığlıklar... Ateşlenen, kaldırımlara saçılan gaz kapsülleri gecelerin afili efektleriydi. Haysiyet mücadelesi örgütlenerek sürerken diktatöryel zihniyet,  türlü mecrayı yasaklayarak bitirebileceğini sanıyordu. Sarayda soytarılar her gün yeni bir kostümle fotoğraf çekimindeyken akıl tutulması dünyanın gündeminde müstehzi gülümsemelerle izleniyordu. Geçen hafta “Emek Bizim!” diye haykırırken o ucube inşaatın önünde; yeni bir slogan dilendi yakın siyasal tarihimize eklemlenen “Bu Hâlâ Başlangıç Mücadeleye Devam!”

Sansür/censora sözcüğü toplumsal kuralları ve gelenekleri tartışmaya kapatmaya yaramaktaydı. Eski çağlarda ifade özgürlüğünü savunan dost Socrates; yargılandığı halk mahkemesinde özür dilemek, pişmanlık yerine baldıran zehrini içmişti. Eylemden sonra savruk yürürken zihnimde yankılanan o iç yakıcı soru; sahi AKM neden kapalı? Hayatımızda kapanan, kapatılmak istenenler? Hep birlikte düşünelim.