IMF programı “Türkiye’nin finansal sisteminin sağlığı önemlidir” söylemi altında finans burjuvazisini kurtarmaya dönük bir operasyon oldu. AKP de bu dönemin ürünüdür. Ulusal burjuvazinin en önemli partisidir. Ben özünde finans burjuvazisinin partisidir diye nitelendiriyorum AKP’yi. Daha sonra buna bildiğiniz inşaat rantları konut rantları da eklendi. Finans ve rantiyer kesiminin bir arada oluşturduğu bir koalisyonlar partisi oldu; şirket gruplarının, cemaatlerin koalisyonu haline geldi

AKP ciddi bir istikrar programı uygulamayı sürekli erteliyor

Pınar Yüksek

Küresel kapitalizmin krize girdiğine ve bu krizden çıkışının mümkün olmadığına dair tartışmalar sürerken bu krizin Türkiye’ye etkilerini ve Türkiye’nin sistem içerisindeki konumunu, dünyada yaşanan birikim stratejilerindeki değişimlerin emekçi sınıflar açısından ne anlam ifade ettiğini, Yeni Yeşil Düzen çağrısını ve daha pek çoğunu Bilkent Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Erinç Yeldan hocamız ile konuştuk. Bundan sonra Erinç Yeldan ile aylık değerlendirmelerimizi BirGün Pazar sayfalarından okuyabilirsiniz.

İyi pazarlar!

► Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) yıllık Ticaret ve Kalkınma Raporu yayınladı. UNCTAD’ın raporu hiper küreselleşmeyi ve bunu sonucu olarak borç tuzağını vurguluyor. Kapitalizmin içerisinde olduğu krizle birlikte düşünüldüğünde raporu nasıl değerlendiriyorsunuz?

UNCTAD’ın yıllık Ticaret ve Kalkınma Raporu Birleşmiş Milletler’in kalkınmakta olan ülkelerin sorunları üzerine teori bilgi ve veri üreten bir rapor. Bu raporun 2019 yılındaki temasını Yeni Yeşil Düzen oluşturuyor. İklim değişikliğiyle mücadele üzerinden daha eşitlikçi, sürdürülebilir, gezegenimizin kaynaklarına daha saygılı ve makroekonomik anlamda küresel kapitalizmin içerisinde geçmekte olduğu durgunluktan ve krizden bir çıkış fırsatı olarak değerlendiriliyor Yeni Yeşil Düzen. Bu kriz dalgasını aşmak tekrardan küresel ekonomiyi canlandırmak “keynesgil” bir genişleme yoluyla sürdürülebilir bir büyüme politikasını uygulamaya sokmak için öne sürülen önlemler bütünü diyebiliriz. Bu düzenin sağlanması için gereken kaynakların nereden edinilebileceği sorusuna rapor boyunca yanıt aranıyor ve çeşitli kaynaklar öneriliyor. Örneğin, israf edilmiş kabaca 5 trilyon ile 10 trilyon arasında bir para olduğundan bunların kaynak oluşturabileceğinden ayrıca bugün çok uluslu tekellere tanınan vergi muafiyetleri, bedava arsalar, doğrudan yabancı sermaye yatırımını çekmek için çeşitli mali teşvikler hesaba katıldığında 250 milyar ile 800 milyar dolar arasında bir kaynak olduğunu söylüyor rapor. Gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere çok uzun zaman önce milli gelirlerinin binde 7’si oranında bir kaynak transferi aktaracaklarına dair bir tahahütleri olduğunu hatırlatıyor ve burada yaklaşık 3.5 trilyon dolarlık bir fonun birikmiş olması gerektiğini söylüyor. Bunlar gibi pek çok öneriyi içeriyor. Aşırı borçlanmayla, gezegenimizin bir kumarhane masasına dönüştürüldüğü finansal spekülasyon dünyasında çarçur edilen kullanılabilir kaynakların gene devasa boyutlarda olduğunun altını çizerek böyle bir dönüşümün aslında kaynaklarının olabileceğini vurguluyor. Raporun son sözü de kaynakların İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı mücadelede Yeni Düzen için bulunabildiği gibi Yeşil Yeni Düzen için de bulunabileceğini vurguluyor. O bakımdan Yeni Yeşil Düzen ikinci dünya savaşındaki faşizme karşı mücadelenin iktisadi boyutunun günümüze uygulanması… Dolayısıyla burada bir hayal gütmüyoruz. Gerçekçi olan taleplerin kapitalizmin tarafından nasıl kabul edilebilir hazmedilebilir olmadığını anlatmak açısından bu çalışmaların değerli olduğunu düşünüyorum.

UNCTAD raporunda sunulan çözüm önerileri bir demonstrasyon etkisi yaratabilir. Kapitalizmin devrevi olarak içine girdiği buhranlar döneminin bir tanesinden geçiyoruz. Bu krizler kapitalizmin kendi birikim rejiminden kaynaklı ve artık öyle bir noktaya gelmiş durumda ki sistem içerisinde çok kolaylıkla gerçekleştirilmesi mümkün önerileri bile gerçekleştirmeye tahammülü kalmamış durumda. Bu açıdan sunulan önerilerin, kapitalizmin, niteliğini ifşa etmek; kitlelere aslında kendi kurallarını kendi demokrasisini, kendi birikim rejimini, kendi iktisadi modelini bile sürdüremeyecek bir noktada olduğunu göstermek amacıyla kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa elbette alternatifler üretilebilir ama bunların bizzat hayatın içine uygulanması bir siyasi irade ve sınıf savaşının nasıl çözümleneceğine ilişkin bir mevcut durumda ortaya çıkar. Elbette ki vergi sistemiyle emekçi kesimlere borç yükünü ödetmeyi krizin faturasını çektirmeye karşı mücadele etmek gerekir.

► Peki, Türkiye’nin küresel kapitalizmin içindeki güncel pozisyonunu emekçi sınıflar açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

1980 sonrası dünya sadece birikim rejimini değiştirmedi. Bu birikim rejimine uygun yepyeni kavramlar türetti. Örneğin artık çok nadir olarak burjuvazi- işçi sınıfı ana akım iktisadın söylemleri içerisinde yer alıyor. Sabit sermaye yatırımının yerini finansal yatırım aldı. Hâlbuki finansal yatırım aslında iktisat tekniği içerisinde bir yatırım sözcüğü değildir. Bu aslında tasarruf edilmiş kaynakların nerelerde kullanılacağına dair bir gözlemdir. Örneğin, gelişmekte olan ülkeler yerine “yeni yükselen piyasalar” deniyor. Bu “yeni yükselen piyasalar” deyimi kabaca 1980’lerin hiper küreselleşme dalgası altında çıktı. Artık malın nerede üretildiği, ne şartlarda üretildiği değil; nerede tasarlandığı, nerede pazarlandığı, nerede satışa dönüştürüldüğü önemli. Katma değerin içerisinde tasarım ve pazarlama çok daha büyük ve şişirilmiş paylar alıyor. Şirketler birer finansal rantiyer gibi çalışmaya başladılar ve bu yeni bir uluslararası iş bölümü deseni ortaya çıkardı. Artık bu yeni uluslararası iş bölümü deseni içerisinde sanayi mallarını üreten gelişmiş ülkeler karşısında hammadde ve ara mal kaynaklarını ve insan gücünü sağlayan gelişmekte olan ülkeler kampı parçalandı. Artık sanayi üretimi de doğrudan doğruya Vietnam’ın, Malezya’nın, Çin’in hatta giderek sahra altı Afrika’nın çalışma kamplarında çoğunlukla enformel, güvencesizleştirilmiş, örgütsüzleştirilmiş genç kadın çocuk emeğine dayalı koşullarda gerçekleştiriliyor. Hiper karlar artık buralardan kurgulanıyor. Dolayısıyla ülkeler coğrafyası açısından baktığınız vakit mesela bir malın üzerinde “made in china” etiketi gördüğünüzde bu artık aslında Çin ekonomisine çok çok düşük katma değer sağlıyor. Serbest ticaret bölgeleriyle ana kaynağın çok uluslu tekellerin idari kararlarıyla yaratıldığı yeni bir uluslararası iş bölümü içerisindeyiz.

Küresel meta zinciri içerisinde ihracat yapabilmek için muhakkak ithalatçı olan, ithalat yaptığı sürece ihracat yapan, bir malın parçalarının onlarca yüzlerce alt parçaya ayrıldığı nihai malın nerede üretildiğinin öneminin kalmadığı yeni bir ticaret düzenine geçtik. Ulus ötesi tekeller dünya mal ve hizmet ticaretinin yüzde 60’ını sağlıyorlar. 2000 en büyük ulus ötesi şirketin yıllık ciroları dünya milli gelirler toplamının üçte ikisine ulaşmış durumda. Ve böyle bir tekelleşmiş bir mal ve hizmet deseni içerisinde Türkiye gibi ülkelere de yükselen piyasa ekonomisi olma görevi verildi. Yükselen kelimesini biraz alaycı bir ifadeyle ele alıp neyi yükseltiyoruz diye soruyorum.

Biz her şeyden önce dış dünyaya verdiğimiz finansal getiriyi faiz borsa getirilerini artırmakla ve kamusal mallarımızın özelleştirme adı altında ucuza pazarlamakla, yüksek değerli mallarımızın küresel kapitalizme ve yerli işbirlikçilerine yok pahasına pazarlamakla kısaca bir sömürü alanı olmakla görevlendiriliyoruz. Bu sömürü alanı içerisinde Türkiye’de emekçi kitlelerin taşeronlaştırılmış enformelleştirilmiş rutin işlere yöneltilmiş gelenekselleştirilmiş ihracat malları olduğu kadar otomasyona açık ama çok ciddi anlamda gerek coğrafi konumun etkisiyle gerek gümrük birliği gibi tarihsel bağların etkisiyle ithal teknolojiye dayalı üst düzey nihai tüketim mallarının üretildiği bir konuma sürüklendik.

Yeni uluslararası işbölümünde Türkiye’nin ikili yapısı

Bu tabi emekçiler arasında büyük bir uçurum anlamına geliyor. Bir taraftan geniş tek düze düşük eğitim, düşük vasıf getiren daha çok kol emeğine dayalı sanayiler, rutin işleri olan sektörler -gıda sanayi gibi tekstil gibi- var. Bir tarafta da yurtdışı bağlantılarıyla güçlendirilmiş küçük, ekonominin geri kalan bölümleriyle dikey ve yatay bağlantıları hemen hemen kopartılmış tahrip edilmiş doğrudan yurtdışındaki küresel meta zinciri mantığına tabi olmuş ithalat yapan zaten ancak ithalat yapabildiği zaman üretim yapabilen dayanaklı tüketim ve otomotiv sanayi deseni ortaya çıkmış durumda. Buna ikili yapı diyoruz. Bu ikili yapı hem iktisadi sektörler bakımından da hem coğrafya bakımından örtüşüyor. Kabaca Zonguldak’tan Hatay’a doğru bir hat çizdiğimizi düşünün. Bunun doğusunda hem siyasi hem sosyal hem insan hakları bakımından şiddete uğrayan bir Anadolu insanı emekçiler kitlesi var. Öbür tarafta Kocaeli, Bursa, İstanbul, Çekmeköy, Eskişehir hattında biriken ve doğrudan doğruya ithalat bağımlılığı altında çalışan ve vasıflı teknisyenleri istihdam eden fakat bu yapısıyla da büyük bir istihdam potansiyeli oluşturmayan özellikle de eğitim genç işsizliğe yapısal bir koşul hazırlayan bölgesel ve sektörel ikili farklı kırılgan yapı oluşmuş durumda. Türkiye bu yeni uluslararası iş bölümüne böyle ikili bir yapı ile eklemlenmiş durumda.

Bu yapı üzerine AKP ekonomi idaresi 2001 krizi sonrasında “güçlü ekonomiye geçiş programı” diye nitelendirilen ama aslında Türkiye’nin bu uluslararası yeni işbölümü içerisinde yükselen bir piyasa ekonomisi” olarak eklenmesini sağlayan bir programın uygulanmasıyla geçti. AKP hükümetinin 2003- 2008 krizine kadar gelen döneme ilişkin şöyle bir büyük şansı oldu: dünya ekonomisi aşırı finansallaşmaya ve bir likidite bolluğunu yaşadığı genişleyici bir konjonktür içindeydi. Amerika ve İngiltere’nin muazzam bir finansallaşma yaşadığı dönemdi. Bu konjonktüre Türkiye o muazzam finansallaşmaya yüksek faiz vererek entegre oldu. “Faiz lobisi” diyor sayın cumhurbaşkanı işte o AKP ekonomisinin ta kendisiydi. O sıcak parayı Türkiye’ye getirme olanağına kavuştu. Bu durum hem cari işlemler açığımızın genişleyip bunun finanse edilmesine hem merkez bankası rezervlerinde birikmesine olanak sağladı. Bunun sayesinde reel anlamda yüzde 70’e yakın bir şekilde Türk Lirası değerlendi, dolar ucuzladı. Bir dipnot koyalım: bu Türkiye’nin yüzde 70 devalüasyon yapması anlamına gelmiyor. Sadece küçük hane halklarının karşısında reel olarak yüzde 70 ucuzlamış bir döviz olduğunu gördük. İşte bu yüzden sanayi ithalata bağımlı hale geldi. Yurtiçi sanayinin ara malları- yatırım malları arasındaki ilişki tahrip edildi. Korkut Boratav hocanın deyimiyle en tahripkâr ithalat biçimi ara malı ithalatı haline dönüştü ve ne zaman ki biz ithalat sermaye girişleri yavaşladı ya da durdu bu ithalatı sürdüremez hale geldik. Şimdi artık böyle bir dünya söz konusu değil. Bir defa Avrupa’nın yavaşlamasından kaynaklanan Almanya’nın durgunluğa girmesinden kaynaklanan bir ihracat daralması söz konusu. Türkiye’de referandum, başkanlık seçimi, yerel seçimler yılda nerdeyse ortalama 1.5 seçimin düştü. Hepsinde de önemli olarak adlandırdığınız rutinin ötesinde çok önem atfettiğiniz seçimlerin AKP iktidarı tarafından meşru kılınması, sürdürülmesi için kamu kaynaklarının ve eğrinizdeki iktisadi bütün olanakların son derece kötü kullanılıp iktisadi akıl dışı şekilde kullanılması sonucu kriz patlak verdi, tezahür etti.

akp-ciddi-bir-istikrar-programi-uygulamayi-surekli-erteliyor-630633-1.

► Türkiye bir yandan düşük işgücü maliyet avantajı ile küresel dünyada rekabet etmeye çalışıyor; ücretleri aşağı yönlü baskılıyor, esnek çalışma biçimini yaygınlaştırıyor. Diğer bir yandan ise hanehalkı tüketimini yüksek tutmayı başararak buradan büyümeye katkı sağlayabiliyor. Burada da şüphesiz borçlandırmayı bir araç olarak kullanıyor. Bugünkü işsizlik ve enflasyon dinamikleri arasında emekçilerin gelir ve giderlerinin arasındaki makas daha nereye kadar açılabilir?

Özellikle 2001 krizinden sonra ciddi bir şekilde bu yapı farklılık gösteriyor ve gelir dağılımındaki uçurum hem bölgesel düzeyde hem hane halkları düzeyinde giderek şiddetleniyor. Türkiye’nin bu küresel sistemde ikili bir yapı olarak girmesi bundan bir müddet evvel Türkonfed için hazırladığımız “Orta gelir tuzağından çıkış: Hangi Türkiye?” konulu bir çalışmanın ana kurgusunu oluşturmuş idi. Çok kısaca orta gelir tuzağı kabaca 10 bin ila 15 bin dolar fert başına gelir ve sanayinin payının milli gelir içerisinde yüzde 30’a ulaşması gibi ampirik göstergelerle belirleniyor. Türkiye’de işte 10 bin 12 bin dolar düzeyine geldiği vakit patinaj yapmaya başladı deniliyor orta gelir tuzağına düştük diye. Bence son derece naif, gerçeklerle bir alakası olmayan, tamamen bir hayali bir ürün tasvir ediliyor. Türkiye’nin bütün bu konjonktürel dalgalanmasının, geçen yıl Ağustos’ta yaşadığımız döviz krizinin buraya yansımaları, Türkiye’nin kötü idare edilmesi, enflasyonist beklentilerinin kötüleşmesi, kredi hacminin daralması vs. vs. çok net teknik konjonktürel iktisadi göstergelerin hepsini kabul edip bir tarafa koyup arka planındaki genel eğilime baktığınız vakit Türkiye’nin sürdürülebilir, eşitlikçi bir büyüme, kapsayıcı bir sosyal gelişim patikasına geçmesini engelleyen en önemli unsurun Türkiye’nin bu ikili yapısının olduğunu düşünüyorum.

İstanbul’u sürekli Urfa, Hakkari, Şemdinli üretiyor. Bu bölgeler ucuz insan kaynağıyla, iş gücüyle ve bir tüketim talebiyle bir efektif talep oluşturarak İstanbul’u besliyor. Bu tüketim talebi nasıl oluşturuluyor? Borçlanma yoluyla, işsizlik sigortası fonundaki biriken fonların sermaye kesimlerine peşkeş çekilmesi yoluyla, imar rantları yoluyla, arazi rantları yoluyla sürekli olarak Anadolu yağmalanıyor ve İstanbul’u ve tüm hinterlandını düşük gelirli yoksul Türkiye sürekli bir kaynak aktarımı yoluyla besliyor. İstanbul sürekli olarak yoksul Türkiye’yi yoksullaştırırken mega projelerle, köprülerle, havalimanlarıyla sürekli olarak Türkiye’nin kaynaklarını bir sünger gibi emen bir yapı görünümünde. Orta gelir tuzağı diye betimlenen tıkanmanın ardındaki en önemli yapısal nedenin ben bu olduğunu düşünüyorum. Hatta şöyle bir yüksek sesli düşünelim: Türkiye’nin fert başına geliri 12 bin dolar ve orta gelir tuzağı. Şimdi Şemdinli, Bingöl ya da Tunceli’ye gidin ve ona “12 bin dolarlık fert başına gelirde bir tuzağa düştünüz buradan çıkamayacaksınız” diye söyleyin. Yani ben 12 bin dolarlık gelir elde edeceğim ve bu bir tuzak olacak. Hangi Türkiye’nin 12 bin doları? Bu soruyu sormamız lazım. Eğitim düzeyi ilkokuldan terk bir iş gücü yapısı var. Kredi olanağı yok. Doğal kaynaklara hammaddelere sahip olanakları yok. Sermaye birikimi yok. Yok, yani sadece basit insan iş gücü var. Onun da tek umudu Türkiye’nin batısına mevsimsel iş gücü olarak göçüp ege havzasına mevsimsel olarak açık sömürüye maruz kalıp bu enformelleştirilmiş marjinalleştirilmiş halkalar dâhilinde batı Türkiye kent ekonomisine ucuz iş gücü depolarına dönüşmek.

► Türkiye dış borcu ve cari açığı en yüksek ülkeler arasında yer alıyor. Bugün Arjantin örneği üzerinden Türkiye’nin riskleri ve geleceği de tartışılıyor. Bu tartışmalar arasında Türkiye sıradaki Arjantin olur görüşü bir kolu oluşturuyorsa da diğer kolu borçlar ödendiği sürece sorun olmaz görüşü oluşturuyor. Borçları Türkiye’nin geleceği açısından nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Ben öğrencilerime Türkiye yakın iktisadi tarihçesini aktarırken Türkiye’nin bir Latin Amerika ülkesi olduğunu vurguluyorum. Türkiye ve Arjantin birbirine benzeyen çok yakın bir iktisadi modelden geçti. Her ikisi de çok uzun süreli bir ithal ikameci sanayileşme içe kapalı, devletin rolünün ulusal burjuvaziyi güçlendirmek, ulusal burjuvazinin tıkanıklarını aşmak ve geniş bir iç pazar yoluyla da birikim ve büyüme sağlama modeline dayandığını gördük. Bu iki model de sınırlarına vardığı vakit krize sürüklendi. Her iki ülkede de askeri rejimler, ordunun siyaset ve ekonomi içerisindeki ağırlıkları çok belirleyici oldu. Dolayısıyla devlet, ordu, ulusal burjuvazi ve bunların bu birikim rejimini hem meşru kılmak hem iktisadi açıdan talep yaratarak dengeli tutmak açısından sosyal refah devletinin gelişmekte olan ülke sınırları içerisinde sağlandığı, hasbelkader kitlesel eğitim, kitlesel sağlık sosyal alt yapının sağlanması gibi Peronizm veya popülizm diye adlandırılan dönemlerden geçti. Türkiye’nin 60’ları 70’leri “kurtar bizi baba” diye nitelendirdiğimiz, “benim işçim benim köylüm” dönemleri, Türkiye’de popülizmin Arjantin’de Peronizmin çok benzerlikleri oldu. Fakat bir noktadan sonra bu sürdürülemez hale geldi. Sosyal refah devletinin ve ulusal burjuvazinin bu yolla desteklenmesi iktisadi olarak sürdürülemez noktadaydı. Uluslararası küresel finansal sistemin kaynaklarının kullanılması gerekiyordu. Türkiye’nin ve Arjantin’in rejimleri serbestleştirildi bütün diğer ülkelerle birlikte tabi. Bu dönemde bu ülkelerin finansal sitemlerinin çok sığ olması, makroekonomik anlamda herhangi bir tecrübelerinin olmaması, ulusal tasarruflarının düşük, tüketim kalıplarının ise yüksek olması ve denetleyici düzenleyici mekanizmaların var olmaması nedeniyle ahlaki tehlike olarak adlandırılan yani “endişelenme borçlan pozisyonlarını aç nasıl olsa kurtulacaksın” denilen bir düzen içerisinde 1994 krizini yaşadık. Arjantin 1991’den sonra uyguladığı politikalarla 1998- 1999 da krize girdi. 2001’de her iki ülke ciddi bir finansal krize girdi. Türkiye’nin IMF 2000’deki programının özü “döviz kurunu sabitleyelim ve ülkenin parasını yarı dolarize edelim. Sermaye girişi olduğu vakit parasal genişleme olsun ülkedeki döviz miktarına dayalı olan bir para politikası izleyelim” idi. Arjantin’in 1990’dan 2001’de krize girene kadar uyguladığı rejim buydu. Serbest sermaye hareketleri rejimi altında bu strateji ya da bu tedbirler bütünü enflasyonla mücadele edeceğim darken muazzam bir dış ticaret açığı yarattı. Dış ticaret açığıyla birlikte yerel sanayiler çökerken işsizlik yapısal hale geldi ve ciddi bir kırılganlık yarattı. Ve 2001 krizinde bu kırılganlık patlak verdi. IMF Türkiye’ye kendi kotasının 8 misli boyutta kendi bütün kurallarının dışında 32 milyar dolar net kredi sağladı. Ve o 32 milyar dolar ile görev zararları nedeniyle batık özel ve kamu bankaları kurtarıldı. Demirbanklar, tütün banklar vs. bunların bilançoları düzeltildi. Hazine dolara endeksli tahvil yarattı. Yani Türkiye “dolar” bastı. Bunun kaynağı IMF’den, 32 milyardan geliyordu. Yani, finansal sistemin bilançoları bankacılık sisteminin bilançoları makyajlandı düzeltildi. Bunun bedeli ne anlama geldi? IMF programı “Türkiye’nin finansal siteminin sağlığı önemlidir” söylemi altında finans burjuvazisini kurtarmaya dönük bir operasyon oldu. AKP de bu dönemin ürünüdür. Ulusal burjuvazinin en önemli partisidir. Ben özünde finans burjuvazisinin partisidir diye nitelendiriyorum AKP’yi. Daha sonra buna bildiğiniz inşaat rantları, konut rantları da eklendi. Finans ve rantiyer kesimin bir koalisyonlar partisi oldu; şirket gruplarının cemaatlerin koalisyonu haline geldi.

IMF Arjantin’e aynı toleransı göstermedi herhangi bir şekilde stand-by programı yapmayı, kredi açmayı reddetti. Arjantin de zaten ciddi anlamda bir sol muhalefet güçlenmişti. Arjantin biraz kendi seçimiyle çoğunluklu koşullarını finansal sistemini aynı bir beşik gibi koruma altına aldı ve sermaye kontrolleri uygulamaya başladı. Fakat kendi çok özgün politikaları sayesinde işsizlik oranlarını yüzde 30’lardan yüzde 10’lara Türkiye’ye göre çok hızlı bir biçimde düşürdüler. Reel milli gelirlerini çok daha hızlı bir biçimde arttırdılar. Burada çok kısa bir ifadeyle enstrüman olarak da döviz kurlarını reel olarak devalüasyonist bir patikada tutup reel döviz kuru hedeflemesi yapan bir merkez bankacılığı sistemi kurguladılar. Sermaye kontrollerini efektif bir şekilde işte dövize en çok ihtiyacı olan sanayilere bilinçli bir şekilde kullanıp- kaba bir Çin modeli diyebiliriz- 2001 krizini böyle göğüslediler. 2001 sonrası Türkiye ve Arjantin’i karşılaştırdığınız vakit Arjantin’de cari işlem fazlalığının veya çok düşük açıkları, kamu borçlarının yüksek ama öbür tarafta da milli gelirlerinin artış hızının da yüksek olması nedeniyle sürdürülebilir çevrilebilir bir boyutta olduğunu, işsizliğin hızla düşürüldüğünü ve ekonomik büyümenin de sağlandığını görüyoruz ve vurgulamak gerekirse tamamıyla kendi olanaklarıyla ortaya çizilmiş bir politika dâhilinde.

Türkiye’de küresel ekonominin şişkinleştirilmiş finansal köpük dünyasından nemalanarak bir hormonlu büyüme yaşarken Arjantin’de daha dengeli ve ciddi anlamda bir borç yükümlülüğü kısıtı altında ve siyasi şantaj altında böyle bir dönemden geçti. 2009 krizi sonrasında alacaklı büyük şirketler Amerika’daki mahkemelerden davalar açtılar, bunları kazandılar, borçların geri ödenmesini talep ettiler. Arjantin mallarına ipotek koymalar şantajlar devam etti. Bir dizi gerçekten ciddi teknik hatalar yapıldı ana kurgudan sapıldı. Yani hataları ve sevaplarıyla birlikte Arjantin bugünkü borç krizine girdi.

►Türkiye'de borç tuzağında emekçi sınıflar için savunulması gereken ekonomi politikaları neler olabilir?

Türkiye ile Arjantin’in ekonomilerinin ayrıştığı çok önemli bir nokta çıktı günümüzde. Arjantin’deki borçların çoğu kamu borcu ve enflasyonist beklentiler çok şiddetli bir biçimde bozulmuş durumda. Dünyanın en yüksek enflasyon oranına sahip. Buna izdüşüm olarak da Türkiye’nin borç sorununda özel sektör özellikle finans dışı şirketler kesiminin borçluluğu söz konusu. “Türk sanayi ithalata bağımlığıdır” cümlesi hemen herkesin diline yerleşmiş durumda. Papağan gibi herkes yeni bir buluşmuş gibi bunu söylüyor. Muazzam bir cari işlem açığı neredeyse pompalandı Türkiye’nin üzerine. İthalat katlandı. Ara malı, yatırım malı, KOBİ’ler, OSB’ler bunlar tahrip edilirken Türkiye bir sanayisizleşme içerisine girerken Türkiye’nin milli gelirlerinde sanayinin aldığı katma değer yüzde 25’ler düzeyinden yüzde 15’e kadar geriledi dönem dönem. Şimdi yüzde 18 kabaca. Yeni strateji belgesi tekrardan yüzde 25’e çekmek istiyor ama bu temenni ile olmuyor. Sanayi istihdamının toplam istihdam içindeki payı kabaca 10 senelik bir süreç içinde 10 puan geriledi. Yüzde 20’nin altındadır şuanda. Teknik tanımıyla tam bir sanayisizleşme yaşayan ülke oldu. Şirketlerde hem ithalatlarını sürdürebilmek hem yatırımlarını sürdürmek yabancı ortaklıklarla ilişkilerini sürdürmek için tırnak için Türkiye yerel coğrafyasından kopup bilançolarında döviz borçlarını biriktirmekten hiç bir çekince görmediler. Aynı 1990’larda ahlaki tehlikede olduğu gibi “korkmayın borçlanın nasıl olsa kurtaran bulunur” mantığıyla Türkiye’ye 2000’li yıllarda tekrar pompalandı. Bunlar hiper küreselleşmenin yeni uluslararası iş bölümünde Türkiye’ye biçtiği ithalat cenneti ucuz iş cenneti finansal rant cennetine dönüştürülmesinin sonuçlarıydı. Dövizdeki hareketlenmeyle birlikte şirketlerin döviz borçları bilançolarında ciddi anlamda bir yük haline gelmiş durumda. Bu bilançoların yeniden yapılandırılması gerekiyor. 2001’de bu daha kolaydı denebilir. İşte bir toplumsal konsensüs vardı veya yaratıldı. IMF, Türkiye’ye empoze edildi siyasi bakımdan. Bu kaldırılabilir bir noktadaydı.

Bu şartlarda şirketlerin özel sermaye şirketlerinin yeniden yapılandırılması bunun için gelecek nesillerin borçlandırılması veya memur maaşlarından, emekli maaşlarından, sosyal yatırımlardan devletin emekçilere yönelik yükümlülüklerinin tırpanlanarak bir Yunanistan kemer sıkma politikaları gibi Türkiye’nin çalışanlarına emekçilerine ileri nesillerine emeklilerine bu borç yükünü aktarıp onunla şirketlerin bilançolarını yapılandırmak tam kapitalizmin doğasına uygun bir şey. Devlet bunun için var işte. Krizi çözün dediğiniz vakit devlet sermaye lehine bu krizi çözüyor. Fakat AKP bu iradeyi gösteremiyor çünkü “biz IMF ile bütün bağlantılarımızı kopardık, biz IMF’ye borç veren çok güçlü bir ülkeyiz” imajını sürdürmek, biraz da kendi tabanındaki yerli milli olarak adlandırılan kitleleri bir arada tutabilmek AKP içerisindeki çözülmeyi engelleyebilmek için bu modeli sermaye kesimi lehine uygulayamıyor. Ve vakit geçiyor. Şuanda AKP ekonomisinin tıkandığı ana nokta bu. Bir tarafta bu siyasi iradeyi gösteremiyor öbür taraftan da kendisinden çözüm ve kaynak bekleyen yerel burjuvaziye bu kaynakları aktaramıyor. Geçici çözümler var. Mesela KDV oranları geçen sene düşürülmüştü. Kredi garanti fonu yaratılmıştı. Dün de biliyorsunuz kamu bankaları Türkiye’de üretilen otomotiv sektörüne aylık binde 4 lük bir faizle kredi sağlamaya koşullandırıldılar. Bu daha net bir ifadeyle yıllık birleşik faizi yüzde 6.2 diyelim. Yani kamu bankaları yılda yüzde 6.2 faizle taşıt kredisi verecek ama Türkiye’de üretilen Türk otomotiv sanayini kurtarmaya yönelik bir çözüm. Enflasyonun kabaca yüzde 12-15 aralığında olduğu bir dönemde neredeyse yarı yarıya bir faiz yükü yani reel olarak yüzde eksi 6 ila eksi 9 arasında muazzam bir kaynak demek. Nereden geliyor bu? Kamu bankaları aracılığıyla. Kamu bankalarını kaynağı nerede? Kamu bankalarının kaynağı enflasyon olacak. Bu tür günü kurtarmaya yönelik krizin ana nedenleri üzerine cesaretle gidemeyip, her şeyden önce uluslararası yeni iş bölümü içerisinde Türkiye’nin rolünü yeniden tanımlayıp, sürdürülebilir eşitlikçi ulusal tasarruflara dayalı gerçekçi bir döviz kuruyla enflasyonla mücadeleyi odağına koymuş bir strateji yerine kendi yandaş sermaye gruplarına kaynak aktarımını ön plana çıkartıp ciddi bir istikrar programı uygulamayı sürekli erteleyen bir politika izleniyor. Kesinlikle IMF ile anlaşılsın demiyorum. Ama hakkaniyetli bir vergi sistemi ile imar rantlarının vergilendirilmesi ile işsizlik sigorta fonunun gerçek amacıyla kullanıp işsizlere düşük ücretli emekçilere bir kaynak sağlayıp aynı Arjantin modelinde olduğu gibi 2001 sonrasındaki ulusal talep üzerinden kurgulanmış bir istikrar programı pek ala uygulanabilir. Bu arada AKP elbette böyle bir şeye hiç yanaşmıyor. CHP buna ikna edilebilir mi hala ondan da çok emin değilim. Hala IMF gelsin bizi kurtarsın refleksinin sürdüğünü görüyorum. 2001 krizi boyunca da hep aynı temaları işliyor aynı konuşmaları yapıyorduk aynı olguların altını çiziyorduk. Bizim kendi kaynaklarımıza dayalı kendi rasyonalitemize kendi bilim insanlarımıza dayalı emekten yana bir istikrar programı çizmemiz lazım ve bunu çizecek olanaklarımız var. Konuşmamızın en başına geliyoruz tekrar Türkiye kapitalizmi ve ulusal burjuvazi bunu hazmeder mi kabullenir mi? İmar rantlarının vergilendirilmesi veya İstanbul havzasından kentsel dönüşümün Anadolu’nun doğusuna yayılması şiddetin sonlandırılması barışın tesis edilmesi bunlar ulusal burjuvazinin kabullenmediği gerçekler. Onun partisi olarak AKP bu olguları hala sermaye lehine devam ediyor.

Küresel kapitalizm neredeyse kabaca 1970’lerin ortalarından 1980’lerden bu yana herhangi bir demokratik kurum, nosyon, herhangi bir katılımcı demokrasiye ilişkin yeni hiç bir kurum veya hukuki bir olanak gerçekleştirmiş değil. Bilakis hem bu sosyal refah devletinin düzenlemeleri hem ulus devletinin düzenlemelerini sermayenin birikim mantığına aykırı düştüğü için bilakis sürekli demokrasizleşme- demokrasi açığı olarak adlandıran kendi hukukunu bile yok sayan açık faşizm uygulamaları peş peşe bütün dünyadan Trump’ın Amerika’sından tutun Macaristan’a ve bizim coğrafyamıza yayılıyor. Birsay Kuruç hocamızın 21. Yüzyılda planlama panelleri dizisi var Ankara’da yılda iki üç defa toplanıyor. Onun ikincisinde bundan iki sene evvel açılış konuşmasında yaptığı bir tespit var benim de çok sık kullandığım. Şunu demişti: Türkiye ulusal burjuvazisi de hiç bundan öykünmüş değil. Samir Amin’in dediği gibi “kapitalizm gezegenimizi artık bir savaş ve şiddet konjonktürü olmadan idare edemez konumda” tespitiyle örtüşen bir tespit. Bütün bunlara karşı en başta söylediğimiz çözüm önerileri vardır çıkış vardır bunların bazıları sistem içinde vardır. Sistem içerisindeki çözüm önerileri eğer sınıfsal dengeler elvermiyorsa biz bunları sistemin dışına çıkarak talep etmek durumundayız. Talep etmek ve mücadele etmek durumdayız.