Büyük sermayenin başkanlık iştahının bir nedeni de 15 Temmuz’dan itibaren başlıca iktisadi müdahale aracı haline gelen Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) ile özelleştirme kataloğu olarak Varlık Fonu’dur

AKP, devlet iktidarı ve büyük sermaye

KANSU YILDIRIM

16 Nisan Referandumu, yakın dönem siyasi tarihe en şaibeli ve hileli oylama olarak not düşülecektir. Yüksek Seçim Kurulu’nun mühürsüz oy pusulalarına ilişkin kararından, Kurum Başkanı’nın akla ziyan açıklamalarına dek, oylamadaki yolsuzluk kolayca unutulacak türden değildir. Her ne kadar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’li bakanlar referandumu oldu bittiye getirmeye çalışsa da, binlerce insan oy gasbına, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe karşı seslerini yükseltmektedir. “Hayır” oyu veren milyonlarca yurttaş, iktidar eliyle devletin tüm aygıtlarında belirginleşen yolsuzluk düzenine karşı öfkesini dışarı vurmaktadır.

Mavi yakalı, beyaz yakalı, işsiz, kısacası sömürülen ve bağımlı sınıfların öfkesinin tam karşısında ise uluslararası ve ulusal ölçekte sermaye fraksiyonlarının “memnuniyeti” yer almaktadır. Referandumun üzerindeki şaibe ve hile vukuatı devam ederken oylama gününün akşamından itibaren sermaye sınıfları başkanlığa dair teşekkürlerini dile getirmiştir.

Batı kapitalizminin temsilcilerinden TÜSİAD ve daha otantik bir temsile karşılık gelen MÜSİAD dahil olmak üzere, TOBB, TİM, İSO, İTO, TÜGİK, YASED gibi organik sermaye örgütleri referandum sonuçlarıyla birlikte taleplerini iletmiştir. Gündemde bekleyen yapısal reformların yürürlüğe koyulması, sermaye hareketlerini hızlandıracak bürokratik prosedürlerin azaltılması, “istikrar” ve “güven” taleplerinde bulunmuşlardır. TÜSİAD, her zaman olduğu gibi AB ile ilişkiler üzerinden tedirginliklerini dile getirse de, siyasi istikrar adına erken seçim istemediğini ve “yapısal reformlar konusunda Türkiye’nin artık beklemeye tahammülü olmadığını” söylemiştir (BloombergHT, 21.04.2017).

Bu noktada soruşturulması gereken 15 Temmuz’dan sonra olağanüstü hâl kararnameleri ile devletin yeniden yapılandırılması süreci, 16 Nisan’dan sonra nasıl bir seyir izleyecektir? Büyük sermaye örgütlerinin referandum sonuçlarına adaptasyon hızına bakarsak, toplumsal-siyasal meşruiyet veya hukuka uygunluk gibi faktörleri önemsemediği açıktır. Burjuva parlamentarizminin “biçimsel” (seçimlere dair) yönüne sadık kalmaya çalışsalar bile mühürsüz oy skandalı karşısındaki suskunlukları veya cılız itirazları iktidar bloğu içerisindeki ittifaklar pazarlığının bir parçası mıdır?

Büyük sermayenin başkanlık monokrasisi karşısındaki iştahı, ikinci soruya dair ipuçları sunmaktadır. Büyük sermaye olarak tanımlayabileceğimiz tekelci burjuvazinin başlıca ekonomik ve siyasal temsilcileri “çoğulcu demokrasi” ile büyüyebileceği gibi, otoriter veya diktatöryel devlet biçimlerinde de kâr oranlarını artırabilir. Burjuva demokrasisi ile büyük sermaye arasındaki ilişkinin temel belirleyeni, kapitalist normlardır. Öyle ki, Batı kapitalizminin önemli yayınlarından The Economist’in referanduma ilişkin son yazısında otoriter hükümetin kısa vadede sağlayacağı “belirlilik” olumlanarak, demokrasilerin her zaman piyasayı gözeten politikalar anlamına gelmeyeceği belirtilmiştir (“Markets worry more about political turmoil than encroaching autocracy”, 22.04.2017).

Başkanlığa karşı büyük sermayenin iştahının dinamikleri, sermaye fraksiyonlarının acil ihtiyaçlarıyla ilgilidir. Bu ihtiyaçların karşılanması için “etkin” bir devlet iktidarına ihtiyaç vardır. Devlet iktidarı, N. Poulantzas’ın belirttiği üzere, siyasal iktidarın uygulama merkezi olmasından ötürü bir veya birden çok sınıfın egemenliğinde olabilir: “Lenin ‘devlet iktidarı’ derken iktidarı elinde bulunduran toplumsal sınıfı ya da fraksiyonu belirtir”. Bu anlamıyla devlet aygıtında yoğunlaşan iktidar, sınıf iktidarıdır. Ne var ki, dikkat edilmesi gereken husus, egemen sınıf (ruling class) ve sınıf fraksiyonlarının her zaman hegemonyayı kuran sınıf (hegemonic class) olmayabileceğidir.

Ulusal sermaye fraksiyonları dışında, kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’in son raporunda “referandum sonucunun kredi görünümü lehine bir canlanmayı yaratabileceğini” belirtmesi veya varlık yönetimi şirketi BlueBay Capital’den bir yetkilinin “Evet” çıkmasıyla kısa vadede piyasaların işine yarayacağını belirtmesi gibi örnekler çoğaltılabilir. Ulusal ve uluslararası sermaye çıkarlarının kesişim noktalarından birisi, kıdem tazminatının fona devri bağlamında, esnek istihdam piyasasının oluşturulmasıdır. Elbette sermaye birikim koşulları yanında emek rejimini düzenleyecek politikaların devlet iktidarınca gerçekleştirilecek olması, siyasal ve hukuksal meşruiyet krizini kâr oranlarının gerisine düşürmektedir.

Büyük sermayenin başkanlık iştahının bir nedeni de 15 Temmuz’dan itibaren başlıca iktisadi müdahale aracı haline gelen Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) ile özelleştirme kataloğu olarak Varlık Fonu’dur. 1.200’den fazla şirket ve kişilere ait varlıkları bünyesinde toplayan ve satışa çıkaran TMSF’ye devrolan şirketlerin aktif büyüklüğü 40,5 milyar TL’dir (BloombergHT, 16.03.2017). TMSF, siyasi ve hukuki gerekçelerle özel mülkiyete doğrudan el koyarak Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birisi haline gelmiştir. Bu durum, büyük sermaye için kısa vadede yararlı (satın alma işlemleri, vs.) gibi görünse de uzun vadede iktidarın bu silahının namlusunun onlara dönüp dönmeyeceği riski ortadadır. Varlık Fonu da benzer biçimde arpalık olmasının dışında, neoliberal devlet biçiminin son boğumu olarak, piyasa ilişkilerini düzenleyecek bir enstrümandır. Büyük sermaye açısından hem avantajlar hem de dezavantajlar sunmaktadır.

Başkanlık düzeninin kapitalistler için siyasal anlamı, demokratik sürtünme katsayısını azaltmaktır. Sermaye birikiminin siyasi ve hukuki önkoşullarını hazırlarken veya devlet politikaları aracılığıyla çeşitli yapısal reformları yürürlüğe koyarken parlamenter demokrasinin yol açacağı güçlükler (komisyonlarda ve oylamalarda muhalefetin müdahalesi) sermayeyi olumsuz yönde etkileyecektir. AKP’nin yürütme gücünü artırdığı zaman diliminde büyük sermayenin (ör. Koç, 2016 kârı 3.4 milyar TL veya Sabancı, 2016 kârı 2.66 milyar TL) kâr oranları incelenebilir.

Bu ilişki biçimi özünde karşılıklıdır; kapitalist devletin maddi temeli, Michael Heinrich’in belirttiği üzere, doğrudan sermaye birikimine bağlıdır. AKP’nin başkanlıkla perçinlemeye çalıştığı yeni devlet biçimi, iktidar bloğunda da yeni bir düzenlemeyi beraberinde getirecektir. 15 Temmuz’dan sonra cemaatin tasfiyesi sadece siyasi düzeyde değil, (TUSKON, Bank Asya, vs.) TMSF’nin el koyduğu şirketlerle iktisadi düzeyde de gerçekleşmiştir. Bu noktada, katma değer üreten büyük sermayenin iktidar bloğundaki ekonomik temsili dışında, siyasal temsilinin artacağı öngörülebilir. 2010’dan bu yana iktidar bloğunda siyasal temsil kazanmış Körfez sermayesi ile Batı kapitalizmi arasındaki çıkar çatışmasını göz önüne aldığımızda, başkanlığı güle oynaya karşılayan büyük sermayenin blok-içi çatışmaları ihraç edeceği yer, devlet aygıtıdır. Büyük sermaye, gerilimlerden ve fraksiyonel çatışmaların maliyetinden kurtulmak amacıyla -hegemonik sınıf yolunda- başkanlığa yeşil ışık yakmaktadır. Şu an için başka bir siyasi figürün ve kurumsal öznenin olmayışı büyük sermayenin “zorunlulukları” arasında değerlendirilebilir.