Dış açıkları kontrol edemeyen AKP iktidarının iç açıkları uzunca süre “ılımlı” düzeylerde tutabilmesinin de bazı “sırları” vardı.

AKP ekonomisinin 20 yılı

Oğuz OYAN

Aslında bugünkü egemen siyasetin 20 yıllık iktidar döneminde geçerli olup da “AKP ekonomisi” diye tanımlanabilecek bir politikalar bütününden söz etmek mümkün değil. Bu zaten AKP türü oportünist ve pragmatist yapıların doğasına aykırı olurdu. Planlamayı reddeden ve Planlama Teşkilatı’nı tasfiye eden bir anlayışın, 20 yıla yayılmış tutarlı bir iktisadi kalkınma programının olabilmesi de bu siyasetin tabiatına esasen uymazdı.


Nitekim bugünlerde AKP’den kopan siyasetçilerin kurduğu siyasi partiler, AKP’nin ilk 10 yılına sahip çıkıp son 7-8 yılını özel olarak reddederken, bunun merkezine ekonomiyi koyuyorlar. İlginç bir biçimde, 2016 sonrasında ilk dönemlerindeki politikaların zıttını uygulamaya yönelen bugünkü AKP yönetimi de, hem bugünkü ekonomik politikalarını savunuyor hem de bununla çelişen 2003-2013 döneminin “cilalı ekonomi” icraatını göklere çıkarıyor. Bu siyasi hareketlerin hiçbiri 2003-2013 döneminin hormonlu büyüme dönemini rakibine kaptırmak istemiyor! İşin tuhafı, AKP ve türevi siyasi hareketlerin dışındaki Meclis partilerinin ufku dahi bu “cilalı dönem”i pek aşamıyor!

Oysa bu paylaşılamayan dönemin “cilalı ekonomi”den daha doğru bir adı daha var: IMF ve DB güdümündeki ekonomik istikrar ve yeniden yapılandırma dönemi. Bilindiği gibi, IMF programına karşıymış gibi yapan dinci siyaset, 2002’de seçmen desteğini alıp iktidar olunca bu sözlerini gömmüş, üstelik Şubat 2005’te sona eren IMF programını 3 yıl 3 ay daha uzatmayı ve -Erdoğan’ın bıkmadan aksini söylemesine rağmen- 10 milyar dolar daha taze IMF kredisi kullanmayı “başarmıştı”. IMF ise, 2005’te hiçbir ekonomik/kurumsal dayanağı olmadığı halde, iktidardaki siyasete siyasi bir destek olarak bu yeni stand-by düzenlemesini yapabilmişti.

AKP iktidarı Mayıs 2008’e kadar doğrudan IMF/DB denetiminde olan bir programı uygularken, 2008-2015 döneminde bu programın çerçevesi dolaylı olarak korunacaktır. Her ne kadar dış finans çevrelerinin gözdesi M. Şimşek Mayıs 2018’e kadar görevde tutulacak olsa da, 2016’dan itibaren, dünya koşullarının da değişmesine koşut olarak, artık yeni bir yola girilecektir. “Başkancı rejim”in tüm hukukuyla devreye girdiği Temmuz 2018 sonrasını ayrı bir alt dönem olarak ele almak da elbette mümkündür.

Nereden nereye?

Rejimin-başı, bu alt başlıktaki ifadeyi “nereeeden nereeye” biçiminde telaffuz etmeyi ve özellikle ekonomi alanındaki “gelişmeleri” çarpıtmayı adet haline getirmiştir. AKP öncesi dönemi ve refah düzeyini adeta bir “çöl ekonomisi” olarak tanımlamak bu çarpıtmanın en temel unsurudur. Cumhuriyet’in tüm iktisadi birikimlerini ve kamu varlıklarını talan eden, haraç mezat pazarlayan bir yağmacı sermaye düzeninin meşruiyetini geçmişin kötülenmesi üzerine inşa eden bu dinci-neoliberal ideolojinin aslında ekonomi alanında ciddiye alınabilecek hiçbir özgün fikri bulunmamaktadır.

Bunun kanıtı çok, ama temel eksene bakmakla yetinelim. AKP’nin bugünkü yönetiminin de pek övündüğü 2003-2015 dönemi, Türkiye’nin en faizci dönemiydi. Bugünkünün aksine yüksek reel faizler ve yüksek değerli TL üzerinden önemli dış kaynak girişlerinin sağlandığı; yabancı sermayeye birçok yılda dolar bazında yüzde 30’ları aşan düzeylerde getiriler (faiz/kâr+kur farkları) sağlandığı; yüksek değerli TL nedeniyle ithalatın körüklendiği (bunun sonucu olarak erken bir sanayisizleşme sürecinin başladığı) dönemdi. Türkiye, uluslararası finans çevrelerinin gözünde bir sağmal ineğe dönüştürülmüştü. Bunun övünülecek hiçbir yanı olmadığı apaçık ama AKP ve ardıllarının paylaşamadığı dönem de işte bu.

Tabii bu dönemin göz boyayıcı başka tarafları da vardı: 1998-2002 dönemindeki düşük ortalama büyümenin baz etkisiyle ve 2003-2007 döneminin olumlu dünya ekonomik konjonktürüyle (bol ve ucuz dış fon akımları) çakışınca yüksek büyüme oranları elde edilebilmişti. Buna ayrıca iki kez GSYH’yi yukarı yönde düzeltici idari müdahaleler de eklenince milli gelir artışlarına hız kazandırılmıştı.

Ama daha önemlisi, aşırı değerli TL nedeniyle, dolar cinsinden GSYH artışı çok daha yüksek görünüyordu ve bu nedenle henüz 2008’de kişi başına gelirde 10 bin dolar eşiği aşılmış, hatta 2013’te 12.500 dolar sınırı geçilmişti. Sonrasındaki azalış eğilimi sonucunda, 2018’den itibaren yeniden 10 bin dolar eşiğinin altına düşülecektir. 2003-2013’deki çakma yıldızlı ekonominin bir yönü de, dış borçların sürekli büyümesine rağmen bunların dolar cinsinden GSYH’ye oranının sürekli küçülmesiydi. İşte Babacanların ve Tayyiplerin imrendiği dönem, böylesine bir “çarpıtılmış gerçekler” dönemidir.
Rakamlandıralım: Türkiye’nin toplam brüt dış borç stoku, 2002’nin son çeyreğinde 131,9 milyar dolardan 2022’nin ilk çeyreğinde 451,2 milyar dolara yükselmiştir. Dış borç/GSYH oranı ise, 2002‘de yüzde 55,4 iken 2022‘de yüzde 56,8‘dir. Dış borçlar mutlak düzeyinde muazzam artış varken, GSYH içindeki payı bakımından sanki 20 yılda hiçbir şey olmamış gibidir! İşte bu, «çarpıtılmış gerçekler»in sonucudur. Dış borç/GSYH oranı, yukarıda sayılan nedenlerle (yüksek değerli TL, vs.) 2008‘de yüzde 36,4‘e kadar inmişti. Ancak 2009 sonrasında dış borçların hızlı artışı, buna karşılık 2014‘ten itibaren büyümenin yavaşlaması ve daha düşük değerli TL‘ye geçiş nedeniyle 2020 sonunda bu oran yüzde 60,4‘ü bile görmüştü. Demek ki, „çarpıtılmış gerçekler“ dönemine güzelleme yapılması nedensiz değildir! Ama o dönem bir daha geri gelmemek üzere kapanmıştır.

Dış açıkları kontrol edemeyen AKP iktidarının iç açıkları uzunca süre “ılımlı” düzeylerde tutabilmesinin de bazı “sırları” vardı. Birincisi, kamu harcamalarına sıkı bir IMF denetimi getirilmişti. Bu arada yıllara sâri birçok kamu harcamasını bütçe dışına çıkarma eğilimi, Kamu-Özel İşbirliği modelleri, kamu açıklarının kısa dönemde perdelenerek ötelenmesine yarıyordu. Madalyonun öteki yüzünde, kamu gelirlerinin olağandışı veya bir kerelik kaynaklarla takviyesi bulunmaktaydı. Bu olağandışı bütçe kaynaklarının en önemlisi kuşkusuz özelleştirme gelirleriydi ve AKP bunu sonuna kadar istismar edecekti. Ama son yıllarda artık iç açıklar da kontrol dışı bir büyüme eğilimine girmiştir. 2023 bütçesi, henüz başlangıç teklifi olarak yüzde 14,8 açıkla bağlanmıştır.

Sonuç: "AKP ekonomi modeli" ile "Türkiye Yüzyılı" safsatası

2016 sonrasında ekonomik büyüme ritmini kaybetmiş; 2018‘den itibaren iktidarın fantezileriyle üç döviz krizine sürüklenmiş; 2021 sonundan itibaren enflasyona karşı mücadele edilmeyeceğinin ilanıyla son 80 yılın en dik artışlı enflasyonist sürecine sokulmuş (Ekim 2021‘de TÜFE yüzde 19,89 ve ÜFE yüzde 46,31 iken, Ekim 2022‘de TÜFE yüzde 85,51 ve ÜFE yüzde 157,69); 2016‘dan bu yana emek aleyhine tarihi bir bölüşüm şokuna neden olmuş; işgücünün beşte birinin geniş tanımlı işsizliğe demir atmasıyla sonuçlanmış; dış açıkları tarihi zirvelere taşımış bir ekonomik «programın» bir «AKP ekonomi modeli» olarak takdimindeki istihzayı sanırım ayrıca açıklamak gerekmiyor.

Ama RTE, „Yatırım, istihdam, üretim, ihracat ve cari fazla yoluyla ekonomi modelimiz başarıyla işliyor“ (02.11.2022, AKP Grup Toplantısı) şeklindeki gerçek dışı iddiasını sıkılmadan tekrarlayabiliyor. Bu arada, „Türkiye Yüzyılı“ gibi içi boş, çelişkili ve kavram kargaşalarıyla dolu bir „yamalı bohça“nın sahte algıları pekiştirmek üzere piyasaya sürülmesinden zerre hicap duyulmuyor.