Kendi halkınızın meselelerine yabancılaşmışsınız, kibirle donanmışsınız, yıllardır hamaset dışında bir üretim ortaya koyamamışsınız, hurafelere batmışsınız, siz kültürde nasıl “ileride” olacaksınız?

AKP’nin asla kazanamayacağı: Kültür kavgası

Büyük usta Yaşar Kemal şöyle der: “İnsan soyunun meselelerine yabancı kalmış kişi, sanatında usta da olamaz. Yani o hüner dediğimiz küçücük şeyi de gösteremez. Çünkü, insanı aşağılatan işlemlere karşı koymayan yürek, küçük yürektir. Küçük yürek ne kadar hünerli olursa olsun, ondan iyi sanat çıkmaz. Çıkamaz. Şu gelmiş geçmiş dünya sanatına bakın, hep kalanlar büyük yürekler, insan soyunu aşağılatanlara karşı koyan yürekler. Bunun dışında belki birkaç kişi var, diyeceksiniz. Ben buna inanamam. Varsa da, insanlar onları bir zaman için yutmuşlardır. Boyaları gözleri kamaştırır. Bir gün yaldızları sıyrılıp gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır.”

Ustadan aldığımız güçle soralım: Kendi halkınızın meselelerine yabancılaşmışsınız, kibirle donanmışsınız, yıllardır hamaset dışında bir üretim ortaya koyamamışsınız, hurafelere batmışsınız, siz kültürde nasıl “ileride” olacaksınız? Son zamanların moda sorusuyla… Siz kimsiniz? İktidarda kalmak için türlü hesaplar içerisindeki AKP, gençliği kaybettiğini çoktandır fark ediyor. Bu farkındalık eğitim ve kültür meselelerini yeniden masaya yatırmaya itiyor onları. Yaratılmak istenen dindar nesil projesinin, geleceksizlik kaygısındaki gençlerde yeterli karşılık bulmaması, onca imam hatip okuluna karşın AKP’nin ciddi bir genç taban bulamaması bu arayışın temel sebebi...

Peki siyasal İslam neden kültür savaşında hep geri kalıyor? Buradaki en önemli nedenlerden birisinin Yaşar Kemal’in bahsettiği halktan kopuş olduğu bir gerçek. Kültür aynı zamanda örgütlenen de bir şey. Marksist bakış açısında sınıflı toplumlarda her sınıf kendi koşulları içerisinde kendi kültürünü oluştursa da bu kültür ilişkide bulunduğu diğer kültürlerle de etkileşim halindedir. Bu geçişkenlik kültürler arası bir gerilimi de beraberinde getirir. Türkiye’nin bağımlılık ilişkileri, iç göçler, kentleşme sorunları, tarikat-cemaat ilişkileri, neoliberal ekonomi gibi pek çok parametre emekçi sınıfların kültürel iklimini de belirledi. İslamcılar 80 sonrasında özellikle kent yoksulları arasında hem kitle kültürüne karşıt gözüküp (Özel kanallarda ve gazetelerde yoksullarını gözüne sokulan şatafat, yozlaşma vb…) hem ondan beslenen (kendi özel kanallarını kurma, kasetlerle vaaz dinletme, kuponla şofben verme vb…) ikili bir süreçle ilerledi. Tepkiselliğin aktığı bir kanal olarak İslamcılık, o güne kadar aldığı iktidar destekleriyle de mahallelerde biçimsiz bir kültür inşa etmeye çalıştı. Bugün öyle bir çabadan da söz etmek mümkün değildir.

İkinci bir neden elbette ki İslamcılığın kendi içerisindeki varoluşsal sorun: Dogma ve hurafe. İnsanlığın bilim ve sanatta gelişmesinde en önemli sıçramanın dogmatizmden kopuşla mümkün olduğunu söylemek mümkün… Hümanizmin insan aklının üzerinde hiçbir gücün olmaması gerektiği tespitinden, pozitivizmin doğanın yasaları gibi toplumun yasalarını da bulma çabasına, Marksist felsefenin görünenin ardındaki sınıfsal ilişkileri çözümlemesine, aydınlanmanın tüm akımları bir biçimde dogmatizmle hesaplaşarak ilerledi. Bu ilerleme bilime ve sanata katkı sundu. Özgür düşünce, felsefi tartışmaları da beraberinde getirerek sanat eserine bir biçim vermeye başladı. Temanın, izleğin oluşumuna katkı sundu.

Bu süreçte ister istemez, sanayi devrimi, fordist üretim ve sonrasında oluşan sermaye birikimi dünyada kültürün tekelleşmesine ve piyasalaşmasına yol açtı. Buna karşı çıkış sınıf mücadelesinden kopuk verilemezdi. Nitekim Yaşar Kemal’e tekrar dönersek, şu sözlerini hatırlarız: “Ben diyorum ki, biz böyle bağımlıyken, sömürülürken, kültürümüzü de yıkımdan kurtaramayız. Kendimize varamayız. Yaratıcı olamayız. Çok söyledim, gene de söyleyeceğim, o bin çiçekli bahçede bir çiçek olamayız. O bin çiçekli bahçeden, biz böyle gidersek bir çiçek eksik olacak.”

Kültürel öğelerin metalaştırılmaları, seri üretim aracılığıyla çoğaltılmaları ve iletişim araçları sayesinde büyük kitlelere ulaştırılmaları düşünürler tarafından sıkça tartışılır. (Bu konuda gazetemizde de yazan Önder Kulak’ın doktora tezini okumanızı öneririm.) Adorno’nun, Baudrillard’ın, Debord’un, Walter Benjamin’in fikirlerinden hareketle bugünün paralı dijital film platformları ve sosyal platformlar aracılığı ile yaratılan yeni tüketim kültürü hakkında da düşünebiliriz. Bu platformlar şu anki baskı ortamında hem senaristlere hem izleyicilere bir nefes alma imkânı sunuyor olsa da sermaye yapısı, kullanıcı tercihlerini manipüle eden yazılımları, daha çok platformun içinde kalmamız için hep benzer ürünleri sunan görsel tasarımları düşünüldüğünde pek de masum sayılmazlar.

AKP’nin, “Farklı yaşamlar görürler, bize oy vermezler” düşüncesiyle hareket ederek, gençleri bir fanus içinde tutma stratejisi bu platformların kapatılma tartışmasını da beraberinde getirdi. Bu gerici, baskıcı anlayışa ister istemez bir tepki vermek, insanların kültürel tercihlerine böyle bir müdahaleyi kabul etmemek doğal bir savunma çizgisiydi. Bu savunmayı güçlendirirken kültürel alanda yeni bir tekelleşmenin önünü açacak olan tehlikeyi de görüp daha bağımsız platformları nasıl kurabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Medya alanındaki tekelleşmeyi kıran bağımsız gazete ve televizyonlar gibi bağımsız dijital platformlara da ihtiyacımız olacak.

Kültürel kavgayı AKP’nin kazanması mümkün değil çünkü hem varoluşsal hem de bugüne dair zaafları var. Türkiye’de eşitlikten, özgürlükten, aydınlıktan yana sanatçıların, düşünürlerin, yazarların da yapması gereken şeyler var. Hem AKP’nin hem sermayenin dayattığı yoz kültüre karşı halkı aydınlatmak, kültürü halkla buluşturarak yeniden inşa etmeye çalışmak.

Ustayla başladık, ustayla devam ettik ve yine onunla bitirelim: “Sanatta olsun, politikada olsun halkla birlikte yürürsen, onun sevgisini, dostluğunu, yaratıcılığını esas alırsan aldanmazsın. Ta Homeros’tan Yunus Emre’ye, Yunus Emre’den Nâzım’a kadar bu böyle olmuştur. Halk insana, ‘Biz buradan gider olduk. Kalanlara selam olsun’ dedirtecek bir yürek verir. Alabilene aşkolsun.”