10 Eylül 2004'te Berlin'de Alman

10 Eylül 2004'te Berlin'de Alman Dışişleri Bakanlığı'nın davetiyle Almanya'nın büyükelçi ve bazı konsoloslarına "Milletlerarası İnsan Haklarında yüzleşmekte olduğumuz yeni sorun ve alanlar" başlıklı bir konuşma yapmıştım. Bu konuşmamdan sonra da Alman Dış Politikası'nın önemli isimleri ile sohbet etme fırsatı doğmuştu.

Her ne kadar konuşma konumla direkt olarak alakalı olmasa da, Türk olduğum için, diplomatlardan beklenilen nezaketin ötesinde birçoğunun heyecanla takip ettiği ve merak ederek sorduğu AKP hükümeti ve onun liderliğinde Türkiye'nin AB yolunda katettiği mesafe vardı. Özellikle insan hakları konularında Türkiye'nin doğru adımları atarak iyi bir başlangıç yaptığı intibaı yaygındı. Yine o günlerde kamuoyu yoklamaları Türkiye'deki AB'ye olan desteğin yüzde 8o'lerin üzerinde olduğunu gösteriyor ve bunun hemen hemen hiçbir başka aday ülkede görülmemiş kadar yüksek olduğunu Avrupa basını yazıyordu.

AKP hükümeti neden bütün gücü ile AB'ye girmeye çalıştı? Türkiye'de yüzde 8o'leri geçen destek neden vardı? Bu iki sorunun da cevapları karmaşık ama gerek AKP hükümetinin o takdir toplayan çabasının gerekse de Türk Milleti'nin yüzde 8o'ini arkasında toplayan gücün ana nedeni aynıydı: Türkiye'deki ekonomik az gelişmişlik. Fakirdik; hâlâ fakiriz, işsizlik problemimiz vardı; hâlâ da var ve zaten yıllardır bütün itilip kakılmalara rağmen Avrupa'ya ucuz işçi depoluğu yapıyorduk. Köln'de çöpçülük yapsak bile köyde tarla, ev almak mümkün. Fransa, Hollanda, İngiltere ve İskandinav ülkelerinde ırkçılıkla karşılaşsak bile çocuklar yabancı dil öğreniyorlar, iyi eğitim alıyorlar ve bu ülkelerin insan hakları standartları ırkçılığa karşı bile biraz koruma sağlıyor! Eh birçok insan için Türkiye'deki şartlarda yaşamaktansa bu çekilir ve hatta arzu edilebilir bir durum.

Sıradan Türk vatandaşı o zamanlar farkında olamaya-bilir fakat AKP hükümeti AB projesinin sadece bir ekonomik proje olmadığını ve bu paketin işine gelen kısmını alalım gerisi kalsın denilemeyeceğini bilmiyor muydu? Türkiye gibi tutucu, sağın hep iktidar olageldiği, Müslüman bir ülkede o yüzde 8o'lik AB taraftarını tatminkâr tutabilmek ve destekçileri o seviyenin altına düşürmemek için yüzü ileriye dönük hakikaten reformcu bir hükümet gerektirdiğini bilmiyorlar mıydı? Bunu da AKP'nin yapamayacağı, çünkü son analizde AKP'nin sağda, tutucu ve din istismarı ile iktidar olmuş ve ayakta duran bir parti olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz?

Batı demokrasilerinde başbakanlar kabinelerinde değişiklikler yaparak, hatta uzun iktidar olmuş partiler başbakanı bile değiştirerek kan tazelerler ki hiç olmazsa seçmen gözünde ve partileri dışındakiler önünde taze kalabilsinler diye. Bizim böyle lükslerimiz yok: İş başında beş yıldır aynı takım! Avrupa'ya verdikleri sözleri tutamıyorlar: Ne Kıbrıs konusunda, ne azınlıklar konusunda, ne değişik insan hakları konusunda. Şaibeli bir maliye bakanı, 301 diye tutturmuş bir adalet bakanı ve Hrant Dink olayından sonra dünyanın herhangi bir yerinde olsa çoktan istifa etmiş veya ettirilmiş olması gereken bir içişleri bakanında ısrar eden Başbakan'ın Avrupa'da fazla bir inandırıcılığı kalmadı. Bu durum en çok da kendi zenofobileri ve korkuları nedeni ile Türkiye'yi zaten Avrupa'ya istemeyen politikacıların işine yaradı. Türkiye'nin AB'nin 50. yıl kutlamalarından dışlanmasının arkasında bunu aramak lazım. Elinden gelse Türkiye'yi zaten AB'ye almak istemeyen Angela Merkel ve Nicholas Sarkozy gibi sağcı politikacılara da tam son iki yılın Erdoğan hükümeti gibi bir hükümet lazım: Laf üreten, insan haklarını başörtüsüne ve imam hatip liselerine indirgemiş, 301'i kaldırmamak için "sözde" sivil toplum kuruluşlarının yüzde yüz anlaşamamalarının arkasına saklanan!

Türkiye'deki durumu ise özetlemek çok daha kolay: "Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi" denir!

Avrupa'da inandırıcılığını yitirmiş bu hükümet Türk halkına da, ama özellikle de kendi tabanına gerçekleri açıklayamıyor: "AB bir ekonomik birlik olduğu kadar bir değerler birliğidir de. Biz sizleri bu değerlere ikna edemeyiz çünkü daha bunlara bizim kafamız yatmadı" diyemiyor. Avrupa'ya karşı bir iki suya sabuna dokunmayan efelenmelerle kamuoyunu tatmin edip, hiç olmazsa seçimleri geçirene kadar idare edecekler. Seçilir-lerse ikinci AKP dönemi çok kötü olacak.

Kadrolaşma söylenenden de beter ve metodik. Mesela Türkiye'nin en medeni vilayetlerinden ana muhalefet partisi liderinin memleketi Antalya müftüsünü duydunuz mu? Kuran ve dini konuları tartışmam, kendimi yetkili görmüyorum. Ama bu Müftü'nün sözleri dinin de ötesinde özel hayatlarımıza giriyor. İnsan ister istemez acaba söyledikleri doğru mu, acaba Kuran'ı doğru anlamış ve tefsir etmiş mi diye merak ediyor? Müftü Yelser Bey abuk sabuk nasihat buyurmuşlar! Bu adamı buraya kim atadı? Görüşleri Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve hükümetin de görüşü müdür? Böyle bir müftüyü bu hükümet Avrupa'daki görüştüğü meslektaşlarına nasıl izah ediyor? Antalya'ya her yıl gelen yüz binlerce turist bu devlet memurunun düşüncelerini duysa acaba ne derler?

AKP'nin Türkiye için bir projesi yok: Sadece biz başta kalalım, kendi adamlarımızı köşe başlarına getirelim, herkese mavi boncuk dağıtalım, bir seçimlik daha köşeyi dönelim noktasındalar! Kısacası AKP'nin feri söndü. Daha iki buçuk sene öncesine kadar var olan, Avrupa'da uyandırdığı umut yok oldu. Avrupalı liderler bunu görüyorlar, darısı milletimizin başına.

Not: 28 Mart 2007'deki yazımda Türkiye'deki kadının sesinin cılızlığından şikâyet etmiştim. 14 Nisan 2007'deki Latife Tekin'//? Birgün'de çıkan "Kadın ormanda mı yenildi erkeklere?" başlıklı yazısı birçok lüzumsuzluklar arasından bir yudum ferahlatıcı su gibi geldi. Kendisini tanımıyorum, henüz arkadaşım değil ama iyi ki var. Nuray Mert ve Nazlı Ilıcak' m gazetelerdeki başörtülü sakil fotoğraflarından sonra insana iyi geliyor.