AKP’nin Suriye ‘temayülü’
Nietzsche, 19. yüzyıl başlarında Avrupa’da yaşanan “ulusal nevroz” ile savaşların ulusal ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden...
Nietzsche, 19. yüzyıl başlarında Avrupa’da yaşanan “ulusal nevroz” ile savaşların ulusal ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden bir rekabete dönüşmesi karşısında; “buradan bir çıkış yolu bilen var mı?” diye soruyordu. ‘Günümüz dünyası da yeni çağa, yine bir egemenlik savaşıyla başlıyor’. Küresel egemenler ile ulusal egemenler arasındaki bu savaşların sınırları, ulus devletler arasında değil, küresel piyasanın içinde ve dışında olmak şeklinde belirleniyor. Bunlar artık sadece bir cephede değil; herhangi bir an, herhangi bir yer ve herhangi bir koşulda, ortada bütün dünyanın olduğu topyekûn bir savaş halini alıyor.” (Suriye’de; aslında Rusya, İran ve Çin; diğer tarafta AB ülkeleri, ABD ve müttefiklerinin olması vb) Bu savaşlarla; küresel düzeyde bir kontrol toplumunun dayatılması ve tekil politik rejimlerin dünya düzenine (!) bağlanması amaçlanıyor. Böylece kapitalist küreselleşme sürecinin sürekliliği sağlanmış ve süreç, kendi risklerine ve krizlerine karşı korunmuş oluyor. Günümüzün bu gerçekliği karşısında Türkiye; iç ve dış politikadaki açmazlarının, özellikle Ortadoğu ve Suriye konusunda izlediği taraflı politikalarının yarattığı gerilimli sonuçların baskısı altında; “buradan bir çıkış yolu bilen var mı” sorusunun sessiz ama en yüksek tonla sorulduğu bir süreçten geçiyor. Komşularla “sıfır sorun” politikasını terk etmiş olan iktidar; Müslüman Kardeşler örgütünün öncülüğünde Suriye‘ye demokrasi götürmeyi amaçlamış bulunuyor. Özgür Suriye Ordusu altında toplanan milislere her türlü desteği sağlıyor; öte yandan Dünya Ekonomik Forumu’nun açılışında en yetkili ağızdan; “kimsenin içişlerine karışmak gibi bir niyet taşımadığını”, bölgenin tüm devletlerinin istikrar, refah, barış ve huzurunu bozacak bir yangına karşı, dikkatleri konuya çekmeye çalıştığını” açıklıyor. Bunu yaparken de; Suriye’de silahsız muhalefeti yok kabul ediyor; bölgede “sürekli bir savaş” anlamına gelen “Suriye’ye askeri müdahale” (muhaliflere ağır silah sağlanması, ülke sınırları içerisinde tampon bölgeler ve insani yardım koridorları oluşturulması, kalıcı gözlem gücü yerleştirilmesi vb) çağrılarını (BM nezdinde dayatma şeklinde) yineliyor, yangına körükle gidiyor. Tüm bu çağrıları da “masum canları koruma, demokratik bir ortam tesis etme vb” söylemler ile gerekçelendiriyor. Schmitt’e göre; "bir devlet insanlık adına siyasal düşmanı ile savaştığında, bu insanlığın savaşı olmaktan ziyade, bir devletin, savaştığı düşmanı karşısında evrensel bir kavramı tümüyle tasarrufu altına alma savaşı anlamına gelir. Amacı da; tıpkı barış, adalet, gelişme, medeniyet kavramlarının kötüye kullanılmasında olduğu gibi, düşmanı aleyhine kendisini bu evrensel kavramla özdeşleştirmek, kavramı sahiplenmek ve düşmanın bu kavrama dayanmasını engellemektir”. Yaşanmakta olan budur. Bu anlamda Marx’ın yönetici sınıflar arasındaki çekişmeler için yaptığı şu tespit durumu açıklamak açısından oldukça önemli hale geliyor. Zira Marx; “...kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarlarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarları olarak göstermek… kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek zorundadır” der. Dolayısıyla iktidar; iradesini bütün toplumun iradesi kılmak amacıyla, entelektüel ve ahlaki söylemleri, evrensel kavramları kullanıyor, onların aracılığıyla amaçlarını kitlelerin dini bilinçlerine yerleştirmeye ve bir inanç meselesi haline getirmeye çalışıyor. Bu durum tam da F. Flahault’ın “iyi duygunun püritanizmi”diye adlandırdığı öz idealleştirme biçimine karşılık geliyor. Zira bu püritanizm; “iyilik yapmak hakkında nutuk çekmek, kurbanlara sempati duymak, başkasının kötülüğü karşısında içerlemek” durumudur. Burada söz konusu olan; “siyasetin, ahlaki dil dizgisinde tüketilmesidir”. Başka bir deyişle; “günümüzde her türlü siyasal uyuşmazlığın ve biz/onlar ayırımının siyasal anlamda inşa edilmesi değil, seçilmiş bir ahlak anlayışının söz dağarcığı-kategorileri kullanılarak, iyiye karşı/kötü şeklinde ifade edilmesi; siyasal uyuşmazlıklarda uygun siyasi analizin yerini ahlaki kınamanın, muhalifleri hasım olarak tanımlamanın yerini de düşman tanımlanmasının (onları yok etmenin) almasıdır. Yoksa, “siyasetinin daha ahlaki (insanların siyaset alanında daha nesnel ve tarafsız güdüler doğrultusunda, ortak iyiyi aramaya koyulmuş) olması” değil.
ŞEYTANLAŞTIRMA KAMPANYASI BAŞLATTILAR
İşte bu püritanizmin taşıyıcısı ve propagandacısı olmakla görevli olan militan basının kimi kalemleri; yeni kurbanları seçmenin mutluluğuyla; barış isteyen, savaşa hayır diyen her kesimden insanı ve grupları şeytanlaştırma kampanyası başlatmış bulunuyorlar. (Akif Beki) Ankara’da gerçekleştirdikleri mitingte “savaşa hayır” sloganları atan Alevilerde; “Bir Suriye sevgisinin” izini süren niyet okumalarına girişiyor, etnik ve mezhepsel aidiyetlerine atıfta bulunarak, Suriye rejimine duyduklarını iddia ettiği “duygudaşlık üzerinden” özellikle Alevi Nusayri damarının tarihsel ve mezhepsel arka planını sorguluyor, (esrarengiz bir sır taşıdığı iması ve mezhepçi davrandığı ithamı ile!) adeta bir nefret söylemi geliştiriyorlar. Anadolu’da yaşayan tüm Alevilere yönelik de “hadi Nusayrileri anladık, peki ey Anadolu Alevileri size ne oluyor? Alevi/Nuseyrilerle bağınız ne? Siz, niye savaşa hayır diyorsunuz, yoksa siz de mi aynı duygudaşlığı yaşıyorsunuz ?” şeklinde; bu kesimlerin ne derece vatansever! olduğuna yönelik sorgulamalara, bir anlamda baskılamalara ve suçlamalara girişiyorlar. Suriye‘de, Libya’daki çözümün aynısını umduklarını yazanlar da (Mustafa Akyol, Star), barış isteyenleri (onların deyimiyle solcular, Kemalistler, anti emperyalistler, çağdaş laikler) barış çığırtkanlığı yapmakla suçluyor, hatta Bosna Hersek‘teki vahşetin de suçlusu ilan ediyor ve hükümetin;bu çığırtkanları! dinlememesine, Suriye halkının derdi ile dertlenmesine!, şükrediyorlar. İnsani değerler ve milli çıkarlar gereği; ABD ve NATO’nun ikna edilerek, muhaliflere Stinger tipi silahların ulaştırılmasının sağlanmasını öneriyorlar. Var güçleriyle; toplumda barış ruhu ve imgeleminin kınanması,“savaş yanlısı iyi vatandaşların” birlik içinde olmalarının garantilenmesi, hükümet ve politikalarına bağlılıklarının devamının sağlanması için çabalıyor ve toplumun bu politikalara teslimiyetini meşrulaştırmayı amaçlıyorlar.
MÜSLÜMAN KARDEŞLER NEDEN ÖN PLANDA?
Oysa bu zihniyette olanlar dahi bilir ki; “savaşa karşı direnmek, düşman taraflardan birinin yanında yer almakla özdeşleştirilemez. Antimilitarist politika savaşın mantığına, sivil toplum üzerine dayatılan panik rejimine, öncelikle de küresel sermayeye ve onun dünya düzenine direnmeyi gerekli kılar.” Bu gerçeği gören Samir Amin: “Arap Baharı bir uyanışa yol açarsa, bu ilerici hareket kaçınılmaz olarak dünya ölçeğindeki emperyalist kapitalizmin ötesine geçebilmek için, antiemperyalist hareketin parçası haline gelecektir.” O nedenle tekelci sermaye, tüm gücüyle bu hareketi başarısızlığa uğratmak, Arap Dünyasını şu andaki teslimiyetçi periferi konumunda tutmak ve dünyanın şekillenmesi sürecine aktif bir şekilde katılmasını önlemek amacıyla çalışacaktır” diye uyarıyor. Bu uyarı, Arap Dünyası’nda yaşanmakta olan süreçte Müslüman Kardeşler’in daima ön planda olmasını açıklamıyor mu? 1927'de İngilizlerin desteğiyle, Reşit Reda tarafından Vahabiliğin en gerici selefi yorumundan ilham alınarak formüle edilen, demokrat değil ılımlı bile olmayan, tamamıyle dışarıya bağımlı piyasa merkezli bir ekonomik sistemi kabul eden ve her daim emperyal güçlerin müteffiki olmuş bu yapının temsil ettiği damarın -AKP’nin bu yapıya desteği ve meyli bağlamında- tarihsel ve mezhepsel arka planına dair ehli olan şöyle “efradını cami ağyarını mani” bir yazı yazar mı dersiniz?
NEVAL OĞAN BALKIZ
Hukukçu/Akademisyen