“Evet, bir tanesi ölmüş” diyor, Metin Lokumcu için, kendisinin akrabası olduğunu söyleyen Ruşen Çakır’a bir başın sağ olsun bile demeden. Ve Kılıçdaroğlu böyle bir adama baş sağlığına gidip birlikte dua ediyor, annesi için. Aynı kişi Uludere katliamını “parasını verdik ya” diyerek kapatmaya kalkıyor; şimdi de adamına “onlar kaçakçı değil, teröristtiler” dedirtiyor.

Tam gün yasasını kendisi getiriyor yine bir torba kararname içine sıkıştırarak ve yineilk kendisi ihlal ediyor bu yasayı, kendisine korsan bir ameliyat yaptırtarak ve Kılıçdaroğlu, bu defa da geçmiş olsun diliyor böyle bir insana.

Adam toplama kampları kurdurtmuş, önüne geleni aldırtıyor içeri. Sivil siyaseti  darbeciler zaten engellemişlerdi, Erdoğan rejimi ise daha ileri gitmiş, doğrudan cezalandırıyor sivil siyaseti ve Kılıçdaroğlu yine bu kişiye gel birlikte çözelim bu meseleyi önerisinde bulunuyor.

 Devletin Kürtlerle hep sorunu vardı; silah da kullandı, katliam da yaptı. Ancak son isyan 30 yıllık bir savaşa dönüştü ve bu dönüşüm 12 Eylül’ün getirdiği rejimin ürünü. Yapılacak ilk iş, bu rejimin tasfiyesi. İki eski darbeciyi yargılamak ise tam bir maskaralık, göz boyamaya yönelik. Darbe rejiminin en büyük muhafızı doğrudan doğruya AKP. Yüzde on barajı, siyasetin sivilleşmesinin önündeki en büyük engel; dolayısıyla silahlı siyasetin yeşerdiği zemin. AKP ise darbecilerden de daha melunca bir iş yapıyor her türlü sivil örgütlenme ve muhalefeti en keyfî biçimde cezalandırırken, silahlı muhalefeti doğrudan muhatap alıyor; korsan görüşmeler yapıyor ve bazıları bunu barışçı bir yolmuş gibi görüp gösteriyor.

 AKP her şeyden önce en temel hakları bile pazarlık konusu yapıyor: Seçim barajı doğrudan doğruya eşit seçme seçilme hakkımızın gaspı. Kan dökülmesinin önü alınacaksa önce bir gönül bağı kurulması gerekir derken çok haklıydı Ahmet Taşgetiren ve kurulacak bağın ilk ilmiği barajın kaldırılması; zira bu baraj açıkça Kürtlere karşı bir ayırımcılık ve dışlama olarak işliyor.  Dahası, millî  bakiye sisteminin de geri getirilip  Türkiye Milletvekilliği ihdas edilmesi gerçek bir eşitlik zemini kurmanın olmazsa olmaz koşulu. Şöyle de söyleyebiliriz: Temsilde adalet, kendi başına hiç bir şeyin çözümü değil; ancak bunun bile olmadığı yerde hiçbir soruna çözüm getirmek de mümkün değil.

Bu arada demokrasi yolunda yeni bir anayasaya bel bağlamak, doğrudan doğruya AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın oyununa gelmek. Seçim ve siyasal partiler yasasını değiştirmek değil bir yeni anayasa yapmak, herhangi bir anayasa değişikliğini bile gerektirmezken, demokrasi için yeni anayasa diyenler ya sahtekar ya da son derece ebleh; bunlarla değil aynı bir masaya oturmak, kendilerini muhatap alıp cevaplamaya veya ikna etmeye kalkmak bile aslında züldür. Bunlara cevabımız ‘hölölö’, ‘hüptühüptühümpütü’ türünden nidalar veya AKP’lilere illaki bir kıyak yapmak istiyorsak onların sanat zevkine uyacak şekilde, diyelim ‘lastiğimin kenarı, buzda yüzer boz ayı’ veya ‘deniz üstü minare, sen beni ettin biçare’ kabilinden manzum ibareler olmalıdır.

 Şaka bir yana, bugün kan akmaya artarak devam ediyorsa hem bunun baş sorumlusu, hem de barış ve huzura kavuşmanın önündeki en büyük engel Erdoğan ve ondan cesaret alıp/onun gözüne girmek için gün geçtikçe haddini bilmezleşen yakın çevresidir:  İnsanların obezliklerinden dinlerine mezheplerine kadar hakaret edilmekte, kürtaj-sezaryen derken mahkumuyla tutuklusuyla insanlar canlı canlı yakılmakta; kısacası, insanları insanlık dışı muameleye tâbi tutmak bilinçli bir ‘öğrenilmiş çaresizlik üzerinden rıza üretme’ yöntemi olarak kullanılmaktadır.
Bu yazıyı da şöyle bitirelim: Demokrasinin tek ölçütü, Erdoğan’ın dayatmak istediği gibi sadece kelle sayısıysa, beş kişilik bir cuntanın diktatörlüğü tek bir otokratın diktatörlüğünden en az beş kere daha az antidemokratiktir.