“Kapitalist demokrasinin” parametrelerinden birisi olan ekonomi ile siyaset arasındaki kurumsal ayrımın silikleşmesiyle birlikte Türkiye’nin yeni dönemine özgü bir sermaye ilişkisi ve sermayedar formu ortaya çıkmaktadır.

AKP ve Körfez “sermayesi”

KANSU YILDIRIM - EBUBEKİR AYKUT

2010 sonrası AKP için bir dönüm noktasıdır. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte devlette ve siyasette yeni bir eğilim keskinleşmeye başlamıştır. Dönüm noktasına rengini veren AKP iktidarının Batı ittifakıyla artan gerilimidir. 2010 sonrasında AB ve ABD’ye Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya ve Ortadoğu’ya çevirdiği mesajı verilmiştir. Türkiye, 2012 yılında Şanghay İşbirliği Örgütü’ne diyalog ortağı statüsüyle dâhil olmuştur. Öte yandan Ortadoğu’daki gelişmeler de Batı ittifakı ile Türkiye arasındaki gerilimin odak noktalarından birisidir. Önce Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının Sisi tarafından devrilmesi gerilimi görünür kılmıştır. Suriye meselesinde ise söz konusu gerilim daha da aşikâr hale gelmiştir. Parantez açalım, ABD ile Temmuz ayında imzalanan İncirlik Mutabakatı yanıltıcı olmasın; söz konusu mutabakat her iki taraf için farklı anlamlara gelmekteydi. Mutabakatın tartışıldığı günlerde Beyaz Saray sözcüsü ile Türkiye’deki yetkililerin birbiriyle çelişen açıklamalarında farklı tutumlar gün yüzüne çıkmıştı. ABD tarafından dile getirilen, Türkiye’nin mutabakatı Kürtlere yönelik saldırı amacıyla kullandığı ve IŞİD ile savaşta “samimi olmadığı” yönündeki eleştiriler, “güvenli bölge” ve “eğit-donat” planlarının başarısızlığıyla birlikte taraflar arasındaki görünürdeki ortaklığın çoktan sonra erdiğine işaret etmekteydi.

2010 sonrasındaki dış konjonktür, iç siyasetin de üst belirleyeni oldu. AKP iktidarı bu yıllarda iktidar bloğunun önemli bir fraksiyonu olan büyük sermayeye, özellikle TÜSİAD’a parmak sallamaya başlamıştı. 2010 Anayasa Referandumu, AKP’nin hukuki “reform”lar aracılığıyla devlet aygıtı içindeki hâkimiyetini pekiştirmesi ve sermaye üzerindeki tahakkümünü mümkün kılacak düzenlemeler anlamına geliyordu. TÜSİAD içerisinden de bu yeni yönelime ilişkin itirazlar yükselmişti. Erdoğan’ın TÜSİAD’a dair “Bu ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz” çıkışı, iktidar bloğu içindeki siyasal gerilimin fenomenlerinden birisiydi.

Mevzubahis dönemde iktidar bloğunun tehdit altında hisseden temsilcilerinden AKP hükümetine yönelik bir hamle geldi: 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları. Bu hamlede verilen mesaj oldukça netti: İktidara “hukukun üstünlüğü”ne riayet etmesi gerektiği hatırlatılıyordu. Anlık bir refleks gibi görünen bu hamle, sermaye mantığının yapısal bir reaksiyonuydu. Çünkü kapitalizm zaten bir “yolsuzluk” biçimidir. Sürekli ilkel birikimden sömürü ilişkilerine kadar, halk sınıfları açısından kapitalizmde “yolunda olan” bir şey yoktur. Ancak kapitalist üretim ilişkileri hem halk sınıflarının rızasını sağlamak hem de hâkim sınıflar arası ilişkileri düzenlemek amacıyla bir “hukuk düzenine” ihtiyaç duyar. Hukukun varlık nedeni olmasa da işlevi, üretim ilişkilerini yeniden üretmek, hâkim sınıflar içindeki ve hâkim sınıflar ile halk sınıfları arasındaki ilişkileri düzenlemektir. AKP’nin hukuku operasyonelleştirdiği 2010 sonrasındaki yönelimi, iktidar bloğundaki hâkim sınıfların bazı fraksiyonlarını doğrudan kontrol altına alma amacını güden müdahalelerin yoğunlaşmasıydı. Saldırı altında olan sermaye fraksiyonları da bu yüzden “hukukun üstünlüğü” çığlığını attılar ve atmaya da devam ediyorlar.

Körfez “sermayesi”nin etkisi
Yukarıda anlattığımız genel çerçeve içerisinde AKP iktidarının anılan döneminde devlet-sermaye ilişkisini aşağıdaki sorular ve cevaplarla formüle edebiliriz. Öncelikle hem Batı ittifakından kopuş hem de bazı sermaye fraksiyonlarına yönelik artan müdahale ile ilgili iki temel soru akla gelmektedir. Birinci soru, Ortadoğu ilişkilerinde kristalize olan Batı ittifakından kopuşu mümkün kılan koşullar nelerdir? İkinci soru, içeride bazı sermaye gruplarına yönelik iktidarın artan müdahalesinin arkasındaki itki nedir? Sondan başlayalım: AKP iktidarının Doğan grubunu ve cemaat ile bağlantılı Koza-İpek grubunu kontrol etmeye dönük hamleleri söz konusu grupların ilk hamlesinden kaynaklanmıyordu. AKP zaten 2010 sonrası bahsi geçen sermaye gruplarının üzerine gitmeye başlamıştı. Doğan grubunun iktidara yönelik “eleştirel” tutumu ve cemaatin yolsuzluk operasyonu bir reaksiyondu; AKP’nin 2010 sonrası yönelimine karşı-hamlelerdi. Bu nedenle dikkatimizi çekmesi gereken 2010 sonrası yönelimin itkisi olmalıdır.

Söz konusu itkiyi dile getirmeden önce temel belirleyen 2010 sonrası dış konjonktürü de birinci soruya cevap vermek için ele alalım. Bu dönemde Türk dış politikasının merkezine Ortadoğu yerleşti ve Türkiye, Ortadoğu’da Körfez ülkelerinin —bilhassa Suudi Arabistan ve Katar cephesinin— yanında yer aldı. Körfez ülkelerinin özellikle 2008 sonrası ABD ile ilişkileri gerilimli bir hal almıştı. Kolektif emperyalizmin Körfez ülkelerinden bir takım talepleri vardı: ekonomi ile siyasetin kurumsal ayrımına dayanan neoliberal devlet biçimi ve onunla bağlantılı kapitalist hukuk düzeninin hâkim kılınması. Böylelikle Körfez ülkesindeki zenginlikler de uluslararası sermaye için kar alanlarına dönüştürülebilecekti. Ancak Körfez ülkeleri bu taleplere 2008 sonrası petrol fiyatlarındaki artışa dayanan zenginlikleri temelinde bir “direniş” üretti. “Direniş”in yöntemlerinden en önemlisi kolektif emperyalizm ile yaşadığı çelişkileri petrol zenginlikleri üzerinden kazandıkları paralar yoluyla başka ülkelere ihraç etmekti. Diğeri ise Ortadoğu’da yeni “direniş” odakları yaratmak ya da var olanları desteklemekti.

Suriye yeni “direniş”in odağında idi. Türkiye ise hem bu “direniş”in destekçisi hem de çelişkilerin ihraç edildiği yerdi. Kader ortaklığı halini alan Suriye politikasında Katar bakanının “durum gerektirirse Türkiye ve Suudi Arabistan ile Suriye’ye gireriz” açıklaması tesadüf değildi. Çelişkilerin ihraç edilmesi, diğer deyişle Türkiye’nin Körfez ülkelerinin yanında yer alması dış siyaseti belirlenmesinde sözü geçen kadroların ideolojik gerekçelerle ikna edilmesine dayanmıyordu. Türkiye’nin anılan ittifakın parçası olmasının arkasında Körfez “sermayesi”nin Türkiye’deki temsilinin yarattığı etki belirleyiciydi.

Korkut Boratav, “Seçim Öncesinde Ekonomik Göstergeler” makalesinde ödemeler dengesindeki net/hata noksan kalemine yani kayıtdışı sermaye hareketlerine dikkat çekmişti ve AKP hükümetleri döneminde bu kayıt-dışı sermeye hareketlerinin giriş yönlü olduğunu belirtmişti (sendika.org, 15/05/2015). Boratav kayıtdışı sermayenin hareketlerinin nedeni olarak “Ortadoğu’nun karanlık çevreleri ile siyasi iktidar arasındaki şaibeli ilişkiler”e işaret etmekteydi. Boratav başka bir yazısında ise dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın Kral Abdullah’a ait Sevda Tepesi’ne imar izni çıkarılmasına ilişkin bir soruya cevabına dikkat çekmişti (“Esrarengiz döviz girişleri”, soL.org, 01/07/2012). Bakan, Kralın Türkiye’ye 10 milyar dolar tutarında bir yardım yaptığını belirtmişti. İster istemez bu kadar paranın varlığı bazı soruları akıllara getiriyor: Bu paralar niçin geldi? Hangi hesaba kaydedildi? Hangi amaçla, kimler tarafından kullanıldı? vb.

AKP’nin tahakkümü ve sermaye
Körfez sermayesinin ülke içindeki temsili 2010 sonrası iç ve dış siyasetteki yönelimin arkasındaki esas itkidir. Başka bir ifadeyle AKP iktidarı Batı ittifakını karşısına aldığında ve iktidar bloğunun bir zamanlar parçası olan sermaye gruplarına saldırdığında sırtını Körfez “sermayesi”ne dayamaktadır. İktidarın anılan sermaye gruplarına saldırısı iktidarın doğrudan kontrolünü hedeflemektedir; yani artık sadece AKP’ye tabi olmak yetmemektedir. Tabiri caizse, ilgili sermaye grubundan dükkânın anahtarını teslim etmesi beklenmektedir. Doğan grubuna ve Koza-İpek Holding’e yönelik saldırının altındaki başlıca saik budur.

Batı ittifakından ve onun içerideki müttefiklerinden kopuş sadece siyasal bir kopuş değildir; aynı zamanda Batı tipi kapitalizmin değerlerinden de uzaklaşma anlamına gelir. Devletin sermaye gruplarını doğrudan tahakkümü ve yönetimi altına almasını bir tür “devlet kapitalizmi” başlığında değerlendirebiliriz. Körfez “sermayesi”nin temsilinin etkisi tam da burada cisimleşmektedir. Körfez “sermayesi” siyasal olan ile ekonomik olan arasındaki kurumsal ayrımın zayıf olduğu, birikimin piyasaya koşullarına değil siyasal kararlara bağımlı olduğu düzlemde hareket etmektedir. Temsilinin güçlü olduğu Türkiye’de de söz konusu eğilimi desteklemesi çok olağandır.
AKP iktidarının, bilhassa Erdoğan’ın son birkaç yıldır ekonomide ve siyasette “diktatöryel” bir anlayışı dayatmasında, Körfez ile Türkiye arasındaki karşılıklı ilişki belirleyicidir. Körfez ülkeleri 2014 SWFI verilerine göre dünyadaki kamusal varlık fonlarının yaklaşık üçte birine sahiptir (2,170 trilyon dolar). Bölge ülkelerinin böyle büyük bir ekonomik gücü elinde tutması, Türkiye-Körfez ilişkisini asimetrik hale getirmektedir. Bahsi geçen ilişkide “yerli” sermayedar profili de Körfez tipi “sermayedar”a dönüşmektedir. Körfez “sermayesinin” siyasal otantikliğini taşıyan, Ethem Sancak gibi bürokrat tipinde sermayedarlar AKP iktidarının “prensleri” olmuştur. AKP’nin prensleri devletin ekonomik aygıtlarının teşvikleri ve kayırmalarıyla birlikte büyümekte, partinin siyasal sözcüsüne dönüşmekte ve siyasal iktidarla bütünleşme emareleri göstermektedir.

“Kapitalist demokrasinin” parametrelerinden birisi olan ekonomi ile siyaset arasındaki kurumsal ayrımın silikleşmesiyle birlikte Türkiye’nin yeni dönemine özgü bir sermaye ilişkisi ve sermayedar formu ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de en çok katma değer üreten sermaye gruplarıyla ekonomik ve siyasi açıdan zıtlaşma, ihalelerden dışlanma, mali denetim, gerektiğinde holdinglere el koyma gibi baskı pratiklerinin artması, sadece Erdoğan’ın kişisel iktidar hırsı ya da AKP’nin tek başına iktidar olma hevesleri ile açıklanamaz. Yaşanan süreç Körfez “sermayesi” ve onun siyasal temsilinin devlet biçiminin dönüşümüne yaptığı etkiler üzerinden okunduğunda daha açık hale gelir.