Orta sınıf kavramı dilimize pelesenk olmuş durumda. “Orta” diye sınıf olur mu, sorusunu bir kenara bırakalım ve kavramın doğru kullanıldığını varsayalım. Kim bu “orta” sınıf? 21’inci Yüzyılda Kapital’in yazarı Thomas Piketty, orta sınıfları gelir üzerinden tanımlayanlardan. Buna göre toplumun en yoksul yüzde 50’si alt sınıf, en zengin yüzde 10’u üst sınıf, arada kalan yüzde 40’lık kesim ise orta sınıf. Fakat Piketty’nin kendisi de bu tanımlamanın bilimsel olmadığını söylüyor.

Bu sınıf, Türkiye’de kime karşılık geliyor? Piketty’nin tanımı ve TÜİK’in verileri üzerinden kabaca hesap yapalım. Toplam nüfus 85 milyon. Bunun 64 milyonu 15 yaşın üzerinde ve çalışabilir durumda. Buna karşılık 34,5 milyon çalışma arzusunda. Kabaca 30 milyonu işgücünün dışında. Emekli olabilir, öğrenci olabilir, ev kadını olabilir… Çalışma arzusunda olanların 31 milyonu istihdamda, 3,5 milyonu ise iş arayıp bulamamakta. İstihdamın da 22 milyonu bir işverene bağlı olarak maaş veya yevmiye karşılığında çalışmakta. Bu 22 milyonun da yarısı asgari ücrete komşu bir gelire sahip.

Piketty’nin orta sınıf tanımından hareketle, Türkiye şartlarında asgari ücretin üzerinde bir gelire sahipseniz, orta sınıf sayılabiliyorsunuz. Fakat, Piketty’yi referans alıp, eline ayda 15 bin TL geçen bir haneye orta sınıf demek doğru olmaz. Türk-İş’in verilerine göre yoksulluk sınırı 25 bin TL’yi geçmişken…

Mekân Türkiye olunca, orta sınıfı tespit ederken sadece gelir değil, gündelik hayatın organizasyonu üzerinden de yaklaşmak gerekir. Cumhuriyetin ilk 100 yılında köyden kente göç sürecini tamamlamış bir ülkeysek, çözümlemeye köylü-kentli ayrımını mutlaka iliştirmek durumundayız. Bu haliyle, orta sınıf denince, kabaca şu görüntü ortaya çıkıyor;

En az 2 kuşaktır kentli, kozmopolit yaşama uyum sağlamış, meslek sahibi olduğu için nitelikli emeğe haiz, vasatın üzerinde bir eğitim geçmişi olan, maaşlı veya yevmiyeli çalışan ama asgari ücretin üzerinde gelir sahibi olan kesimler. Yazı boyunca bu kesimlere “orta sınıf” diyelim.

“Orta” diye sınıf olmaz uyarısıyla devam edelim. Çünkü, bu kesimler de geniş anlamda çalışan sınıfların bir parçası gördüğümüz gibi. Bir işverenin nam ve hesabına ve işyerinin gözetim ve denetimi altında yaşıyorlar. Dolayısıyla, gündelik hayatlarının organizasyonu kendi ellerinde değil.

Buna karşılık, kentli, meslek sahibi, ücretli kesimlerle, köyden kente göçe zorlanmış, meslek sahibi olmayan ücretli kesimler arasındaki kültürel çatışma bizde siyasi yelpazeye de damgasını vurdu. Kent varoşlarında köyünden koparılarak, gecekondu mahallelerine hapsedilen güvencesiz çalışan sınıflarla, kentte doğup büyüyen, meslek sahibi olmuş, vasatın üzerinde bir eğitimle sosyal statüsü daha sağlam olan kesimler arasındaki çatışma özellikle İslamcılar tarafından kışkırtıldı. Bir öğretmen, bir doktor, bir avukat veya mühendis, geniş çalışan kesimlerle aynı sınıfın parçası değilmiş gibi kavrandı hatta bu kesimlere “Elit, Beyaz Türk” denecek kadar ileri gidildi. Hatta yer yer, bu kesimler de kendisini elit, Beyaz Türk zannederek, kendisini geri kalan emekçi kesimlerden ayırma hatasına düştü. Günün sonunda, bu iki kesim arasındaki kültürel çatışma, 2023 seçimlerindeki politik saflaşmaya da üç aşağı beş yukarı denk düştü. Kentli, ücretli, meslek sahibi, vasatın üzerinde eğitim görmüş kesimler uzun süredir kararlı biçimde AKP’nin karşısında konumlanıyor.

Bu kesimlerin kararlı tavrı, Erdoğan’ın ekonomi politikasının tüm yükünü çekmesine de neden olmuş durumda. “Nasıl olsa benden değiller” denerek, Türkiye’nin “orta sınıfları” acımasız bir ekonomik yıkıma itiliyor. Bu esnada, gerçek anlamda “üst sınıflar” orta sınıfların deyim yerindeyse etini kemiriyor. İktidar, orta sınıfları sermaye sahiplerinin sofrasına meze yapmış durumda. Burada 2 temel başlıkta müşteri haline getirilen orta sınıflar, Erdoğan ekonomisinin temelini oluşturuyor.

ORTA DİREK EĞİTİMİN MÜŞTERİSİ YAPILDI

Ya imam hatip ya özel okul dayatması karşısında çaresiz kalan orta sınıflar, evlatlarını özel okullara göndermek zorunda bırakıldı. Kamusal eğitimin niteliksizliği ve ideolojik olarak tarafgirliği, bu kesimleri özel okullara muhtaç etti. Daha 1’inci sınıfta, 6 yaşında başlayan ve ne idüğü belirsiz bir din eğitiminden evlatlarını korumak isteyen kesimler, aslında zorla eğitimin müşterisi haline getirildi. 1 yıl kadar önce Bahçeşehir Okulları’nın genel müdürü Hüseyin Yücel’le yaptığım sohbette, kendisinin benimle paylaştığı verilere göre son 20 yılda, özel okullarda okuyan öğrencilerin oranı yüzde 2’den yüzde 12’ye yükseldi. Evladını, iktidara teslim etmektense, bir patrona teslim edip, müşteri olarak süreci denetlemek orta sınıflar için kendi kültürlerini korumanın tek yoluydu. Böylece, daha önce görmediğimiz bir yönelim hortladı. Kişi ücretli, belki bir kamu çalışanı, belki yoksulluk sınırındaki bir mühendis ama evladı özel okula gidiyor. Bu yıl özel okullara gelen zam oranı yüzde 65’le sınırlı tutuldu. Fakat, okullar, daha önce istemedikleri ilave masraf kalemlerini talep ediyor velilerden. Ya da orta okuldan, liseye geçerken yüzde 65’lik zam tavanını uygulamıyor. Eğitim ücretini 2-2,5 katına çıkarıyor.

SAĞLIK HİZMETİNDEN KAÇABİLENLER AV OLUYOR

Kamusal eğitim hakkı gibi kamusal sağlık hakkı da tasfiye ediliyor. Kent içindeki devlet hastaneleri kapatılarak, şehir hastanelerine taşındı. Fakat özellikle pandemi döneminde ertelenen tedavi hizmetleri, pandemi sonrasında kamusal sağlık hizmetinin yükünü artırdı. Bir de üzerine doktor istifalarına duyarsız bir iktidar politikası oluşunca, kamudaki sağlık hizmeti resmen çöktü. Bugün bir tetkik yaptırmak için 6-7 ay beklemek gerekiyor. Bu şartlarda kaçabilen kaçıyor da nasıl?

Bu noktada özel sağlık sigortaları devreye giriyor. Türkiye Sigorta Birliği verilerine göre 2019’da 1 milyon 354 bin kişi tamamlayıcı sağlık sigortasına sahipmiş. Yani SGK yetmemiş, üzerine para verip, özele gidebilmek için bu kadar insan ilave harcama yapmış. 2022 yılına gelindiğinde, tamamlayıcı sağlık sigortası sahibi olan kesimler 2 milyon 530 bin kişiye yükselmiş. Yani 3 yılda 2 katına çıkmış. Kamudan kaçabilen kaçıyor. Peki kim bu kaçabilenler? Evet, başta orta sınıflar…

Kaçıyorlar ve iktidarla iş tutan büyük sermaye gruplarına av oluyorlar. Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorlar. Özel hastanelerde de tıpkı özel okullardaki gibi fiyatlar uçmuş durumda. Basit bir tedavi hizmeti için 5 sıfırlı tutarlar telaffuz ediliyor. Konuştuğum bir doktor, ameliyat bedelinin yüzde 500’den fazla artığını aktarıyor.

Aynı anda hem evladını özel okula gönderiyor hem tamamlayıcı sağlık sigortası yaptırıyor. Geriye kalan parasıyla ay sonunu getirmeye çalışıyor. Bu masraflar, bu kesimlerin ailelerinden gördüğü şeyler değil. Ailelerine göre daha zengin ya da lüks düşkünü de değiller. Kamusal eğitim ve sağlık hizmetinin iflas etmesi üzerine kendilerini korumak adına piyasa saldırganlığına sığınıyorlar.

Kira krizi ve giderek asgari ücrete yaklaşan maaşları da cabası.

Orta sınıflar şikayetçi mi? Hem de nasıl… Ekonomik yıkımın sonunda, konumlarını en sert kaybeden kesime dönüştüler. Fakat iktidarın umurunda değiller. Çünkü nasıl olsa AKP’ye oy vermiyorlar. Politik kamplaşmanın tarafı olmanın bedelini ödüyorlar ve bu seçimin son şansları olduğunu düşünüyorlar.