AKP’ye verilmeye devam eden desteğin çelişkili, mesafeli ve hatta ikircikli olduğunu ortaya koyan birçok örnek var. Ekonomik koşullarda AKP’nin rolünün bir şekilde farkında olmak bu desteği gölgeliyor

AKP ve yoksulların siyasal dilleri: Konuş-ama-ma
Fotoğraf: DepoPhotos

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN

Yazı Dizisi: Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar

Önceki bölümlerde tartıştığım içe göçme ve kabullenmeyi yoksulların ideolojik-politik söylemlerle kurdukları ilişki şekillendiriyor. Yaptığım mülakatların çok büyük kısmında, siyasal “tercihlere” ilişkin sorulara verilen cevapları bir kenara koyarsak, anlatılara belirli bir ideolojik-politik söylemin damgasını vurmasından söz edemeyiz. Bunun sol/muhalefet açısından görünümleri arasında, az sayıda sol eğilimli yoksul haricinde, doğrudan sermaye ve sömürü çarkına veya kamu kaynaklarının yağmalanması vb.lerine yönelik tepkilerle pek karşılaşılmamasını ve haklar, özgürlükler, laiklik vb. siyasal alanla ilgili eleştirilerin neredeyse hiç karşılık bulamamasını sayabiliriz. Nitekim, AKP’yi desteklemekten vazgeçenlerin neredeyse tek gerekçesini ekonomik kriz oluşturuyor. (Yine de AKP’den artık vazgeçmiş olan Gökhan gibi, “Susturdular bizi ya! İçini dökemiyosun! Konuşamıyosun!” diyenler de var.) AKP iktidarı açısından ise, az sayıda örnek haricinde, söyleminin doğrudan hegemonik etkilerini yansıtan anlatılara rastlamıyoruz. Yarattığı korku iklimini saymazsak, krizin ağırlığına rağmen kitlesel tepkilerle karşılaşmamasında asıl belirleyici olanın, yaydığı ideolojik içerikten çok, yoksulları maruz bıraktığı düşünsel üretim araçlarından yoksunluğun dilsizleştirici ve iğdiş edici etkileri olduğunu söyleyebiliriz.

AKP’NİN ORGANİK BAĞLARI MI?

Öncelikle, “Kürt Yoksul Sadık” bölümünde belirttiğim gibi, siyasal sorulara verilen cevaplarda “idare etme sanatının” devreye girebildiğini, fikrini “açık etmede” tereddüt veya “nabız ölçmeye” çalışarak konuşma gibi eğilimlerle sık karşılaştığımı vurgulamalıyım. Bu ihtiyat payını düşerek, görüştüğüm yoksulların yarıdan fazlasının daha önce AKP’yi desteklemiş olduğunu, bunların neredeyse yarısının -çoğu da nereye yöneleceğini bilemez şekilde- desteğini çekmiş ve diğer yarısının ise hala desteklemeye devam eder göründüğünü belirteyim. Hegemonya analizi açısından önemli olan ikinci grubun anlam haritalarına bakalım.

İlk olarak, Kuran kursuna gönderilen birkaç çocuk örneği haricinde, tarikat ağları ile doğrudan veya dolaylı bir bağlantı söz konusu değil. En azından “mutlak yoksulluk” halinin bu ağların çekim alanına büyük ölçüde uzak kaldığını düşünebiliriz. Tekil örnekler dışında, yeni Osmanlıcı imajlardan dinsel atıflara, Erdoğan figürünü kutsallaştırmadan muhalefetin şeytanileştirilmesine kadar AKP söyleminin motif ve temalarının görüştüğüm yoksulların anlam haritalarına ciddi ölçüde sirayet edebildiğini de söyleyemeyiz. AKP ve Erdoğan’a desteğin soru konusu olmasına bile şiddetle tepki gösteren ve muhalefete küfreden İsmail, Erdoğan için “Babamız o bizim… Babayı seviyoz biz; biz Tayyipçiyiz. Tayyip’e oyumu koyarım, kör olsam da koyarım, gözlerim görmese de koyarım. Biz aşığız ona” diyen Serhat ve Erdoğan’ı “kesinlikle adamı” olarak gören “AKP’li Ali” gibi lider kültünü dillendiren az sayıda kişi var. Ancak büyük çoğunluğunun liderle böyle “mistik” bir özdeşleşmeden -ve günümüz faşizminin ağırlıkla “alt-orta” ve orta sınıftan öznelerinin “liderle özdeşleşmeyi oynamasından”[1]- uzak şekilde, AKP iktidarının sosyal yardımlarına atıfta bulunduğunu görüyoruz. Örneğin Serpil, “Seviyorum. Allah’a şükür yardımlarımız filan hep onun sayesinde oluyo. Niye vermiyim ki?” diyor. Aysel de, peynir alamamaktan dert yanarken, “Az da olsa, çok da olsa Tayyip’in bize yardımı oluyo... Niye vermiyim ki?” diye konuşuyor. Bu örnekler, Özal’ın Fak-Fuk-Fon’uyla başlayan neoliberal yoksulluk yönetimi zihniyetinin alt sınıfların devletle ilişkisini kullaşma yönünde kısmen de olsa başarıyla dönüştürdüğünü gösteriyor. Yine aynı yönetim zihniyetinin eseri olan siyasal ve düşünsel yoksunluğunu kabul ederek konuşanların bağının da güçlü bir ideolojik-politik etkiye dayanmaktan uzak olduğunu söyleyebiliriz: Örneğin Şermin, zamları AKP’nin yaptığının söylendiğini belirtse de, “Down sendromlu çocuklara Kuran okuyo, akşam gördüm… Ne biliyim, biz kendini sevdik ama benim fazla bu konulara aklım sarmaz” ve Adalet de “ Başka da kimse geçindiremez diyoruz memleketi… Ben anlamam öyle şeylerden falan, atıyoruz işte” diyor.

Öte yandan, “neo-patrimonyal sultan” edalı liderin ihsanına mazhar olduğunu düşünme gerilimleri de içinde barındırıyor. Sözgelimi Bilal, bir taraftan “Yardımı çoh oluyo Allah razı olsun” dese de, bir taraftan da “E ne yapak? Vermesek gene alacahlar. Şimdi o atmadığın oy kime gidiyo? Gene AK Parti’ye gidiyo” diyerek siyasal iktidarın meşruiyet sorununun farkında olduğunu gösteriyor. Fatma da “Tayyipçi” olmasının nedenini yukarıdaki örneklere benzer şekilde açıklıyor: “Yardım ettiği için. Onun yardımlarıylan şu anda ayaktayız.” Ancak onun bu sözlerine CHP’yi destekleyeceğini söyleyen eşi Selim “devletin ona mecbur olduğu, her devletin yaptığı” itirazında bulununca, bu defa “O da sırtımızdan kazanıyolar zaten abi” diyerek sosyal yardımın “hayırseverlik” veya “lütuf” olarak görülemeyeceğinin farkında imiş gibi görünüyor. Eşinin “Bi makarnaya kanıyolar işte!” tepkisine karşılık, “Olsun, Makarnaya bile talimim ya! O bilene yok, çocuklarıma veremiyorum” demesi ise, beka kaygısının nasıl galebe çaldığını gösteriyor. Nur ve kızı Ceren ile görüşmemiz ise, bu desteğin geriliminin kuşaklar arası yansımasını ortaya koyuyor. Nur, “Ne biliyim, önce yardım mardımlar… Dürüst adamdı, bakıyodu… Şimdi ben fazla takip etmiyorum öyle konularda şeyim yok” derken, lise öğrencisi Ceren, derhal “Yeter artık, verme” diyerek müdahale ediyor ve şöyle konuşuyor: “İnsanları dinle kandırıyo… Verdiği bi gıda yardımıyla herkesin gözünü boyuyo… Ben anneme bin defa diyorum hayatta verme diye. Boş da atma, boşu da çalıyolar.“ Öte yandan, bütün bu örneklerde AKP’ye verilen desteğin dayanağının sosyal yardımlar olması, farklı bir tarzda da olsa aynı “enstrümanları” kullanan Mansur Yavaş’ın -yaptığım mülakatlarda- aynı gerekçeyle yaygın bir biçimde beğenilmesinde olduğu gibi, popüler bilincin temeli düzeyinde değilse de, en azından kısa vadeli “oy davranışı” düzeyinde kırılganlığını gösteriyor.

AKP’ye verilmeye devam eden desteğin çelişkili, mesafeli ve hatta ikircikli olduğunu ortaya koyan birçok örnek var. Ekonomik koşullarda AKP’nin rolünün bir şekilde farkında olmak bu desteği gölgeliyor: Sözgelimi Büşra, AKP için “Diğerlerine göre biraz iyi gibi” diyor; zamlar için ise ”Evet o sıkıntı var. Ona da biraz söyleniyoz ama işte, yapacak bi şey yok” diyerek söylenme ile kabullenmeyi iç içe geçiriyor. Eşi Recep de, “AK Parti’den memnun musun?” soruma önce tereddütsüz “Tabii ki” karşılığı verse de, “Neyi sana iyi geliyo?” diye sorduğumda, “Hani şu 6-7 aydan beri bi şeyleri iyi gelmiyo” diyerek karısına katılıyor. Benzer şekilde, eşi Gökhan artık AKP’yi kesinlikle desteklemeyeceğini söylemiş olan Gamze, yine AKP’ye oy vereceğini söylerken, onun nesini beğendiği sorusuna “Valla hiçbi şeyden memnun değilim! Değilim ama n’apabilirim? Yine iyi kötü gıdamızı alıyoruz... Gelen gideni aratır derler” karşılığı veriyor. Zamlardan şikayetçi olup olmadığı sorusuna verdiği cevap da, rejimin karakterinin farkında olduğunu gösteriyor: “Herkes şikayetçi! Herkes şikayetçi ama hiç kimse konuşamıyo! Konuştun mu bi şeyler oluyo.” Onun gibi Roman olan Yunus da, yine AKP’yi desteklemeyi düşündüğünü söylese de, “kafasının karışık olduğunu” eklemeden edemiyor ve krizin bir sorumlusunun olup olmadığı sorusuna, “Olmaz olur mu? Siz benden daha iyi biliyosunuz” cevabı veriyor. Ardından da “gelenin gideni garanti aratacağından”, siyasetçilerin güven vermemesinden söz etmeye başlıyor: “Recep de güven vermiyo bu saatten sonra… Recep de aynı, Kılıçdaroğlu da aynı. Konuştuğunuzu inkâr ediyosunuz arkadaş! Demek ki size güvenilmez.” Yine AKP’ye oy vermeyi düşünen İhsan ise, neden krizin yaşandığı sorusuna şöyle cevap veriyor: “Valla devlet yapar, kim yapıyür? Bizim AK Parti yapıyür. Fakirler silindi gitti abi.”

Oldukça sık karşılaştığım “Gelen gideni aratır” atasözüne atıf AKP’ye verilen bu destekte -inandırıcı bulunan bir seçeneğin olmaması anlamında- negatif belirlenimin rolünü ortaya koyuyor. Dahası, geleneksel kültürel kodları çözülen ve ekonomik-demokratik haklar bilincinin köreltilmesi ve sola bağışık kılınması için -12 Eylül’den beri- her şey yapılan yoksul alt sınıfların görüş oluşturma için ellerinde kala kala “ortak duyunun” bu kadim sözünün kaldığını da gösteriyor. Aylardır çocuklarının önüne peynir koyamadığını söyleyen kadının gidecek olanda neyi arayacağını sorgulayamaması, AKP iktidarının “pozitif” bir hegemonik güçten veya başarılı bir ideolojik çağırmadan çok, düşünsel üretim araçlarından yoksun bırakılmışlığın yarattığı sefaletten beslendiğine işaret ediyor.

YOKSULLARIN SİYASAL DİL-SİZLİĞ-İ VEYA “ORTAK DUYUNUN” KEŞMEKEŞİ

Yoksulluk Halleri’ndeki anlatıları, Gramsci’nin “folklorik felsefe” ve “geleneksel popüler dünya görüşü” olarak tanımladığı -“popüler zihniyet” de dediği- “ortak duyunun” karmaşık, bölük pörçük, dağınık, tutarsız, muğlak, çelişkili niteliği açısından tartışmıştım.[2] Onun deyişiyle ortak duyunun “kaotik karakterinin” AKP döneminde çok daha derin bir keşmekeş halini aldığını, tortulaşmış kodlarının çözülmesiyle kalmış bir eklemsizliğe ve dilsizliğe maruz bırakıldığını öne sürebiliriz.

akp-ve-yoksullarin-siyasal-dilleri-konus-ama-ma-1122779-1.

Evde boncuk dizerek geçinmeye çalışan Saba ile diyaloğuma bakalım: Yoksulluğun sebebinin ne olduğu sorusuna önce tek kelimeyle “Ekonomi” cevabı veriyor; ben “Yani?” diye sorunca da “Dış güçler” diyor. “Dış güçlerin” ne yaptığını sorunca ise, “Yani ülkede enflasyon diye bi şey kalmadı zaten. Bu Dolar’ın, Euro’nun… Türk Lirası’nın değerinin iyice düşmesi. Mesela ben bi sabun işi yapmaya başladım” diyerek bir dolandırıcı satış sitesine nasıl para kaptırdığını ve “adamı olmadığı“ için kızını işe sokamadığını anlatmaya başlıyor. Ben tekrar “dış güçleri” hatırlatınca da, Ukrayna savaşına atıfta bulunuyor ve “Bizim hiç mi kendi ürettiğimiz bi şeyler yok da bu piyasa bu kadar patladı?” diye soruyor. Benim “Bunun sorumlusu kim?” soruma ise bu defa “Baştakiler” cevabı veriyor. Oy verdiği AKP iktidarından memnuniyeti konusunda ise, “Şu andaki halinden değiliz diyebilirim. Hani bundan bikaç yıl önce olsaydı belkiydi ama şu anda ne olduğunu da bilmiyoruz ki?.. Buna bi el konulması gerekiyo artık” diye konuşuyor. Mantıksal tutarlılıktan yoksun bırakılmış olarak “konuşmayı” bir yana koyarsak, AKP dilinden gelen “dış güçler” ile “baştakilerin” çelişkili bir şekilde iç içe geçtiği, memnuniyetsizlik ile hüküm kurmaktan kaçınma arasında gidip gelen bir anlatı tutturuyor.

Onun kızı ve üniversite öğrencisi Şeyma’nın anlatısından bir dizi kısa alıntı yapalım: “O gün (15 Temmuz’da) o Türk ruhu tuttu bizi ayakta. Bu millet ona borçlu bugün o şekilde özgür duruşunu;” “Millet o kadar cahil ki… Asgari ücrete zam geldi diye sevinenler var. (Eskiden) daha çok geçinebiliyodu, farkında değil. Ben insanların geçim derdine sokularak oyalandığını… (bunun) bilinçli yapıldığını ama sadece bizim başımızdakilerin değil de dünyanın bi siyasi oyunu olduğunu düşünüyorum… Bize yapılan sosyal bi deney bile olabilir;” “İsteseler (asgari ücreti) arttırabilirler mi? Bence arttırabilirler; işlerine gelmiyo. Devletin sosyal devlet anlayışı biraz göreceli geliyo bana;” “Siyaseti çok takip etmiyorum, bana çok mantıklı gelmiyo… İnsanları hep vurmaya çalıştıkları yer maddiyat. Devlet böyle çünkü. Millet aç şu an. Kim bi tane fazla vericem derse ona oy atılıyo;” “Kimisi din üzerinden yürüyo, kimisi milliyetçilik üzerinden. Herkesin söylediğinde bi pay yanlış bi şeyler duyuyorum. O yüzden hiçbi siyasi parti ya da görüşe tamamen budur diyemiyosun;” “(AKP) bi yerlerde iyi bi şeyler yaptı. Ama insanların dini duygularını da sömürdüklerini düşünüyorum. CHP’ye gelirsek onlar da çok din karşıtı davrandılar;” “Geleni bilemiyosunuz ama iktidardakini en azından görebiliyosunuz diye AKP kalmalı mı diye insan bi düşünmüyo değil... Risk alıp yenisi gelse daha iyi olur mu onu da bilemem.“ “Sadece bizim başımızdakilerin değil de” dediğine göre AKP’nin “oyuna” dahil olduğunu düşündüğü çıkarsanırsa, niye hala “kalmalı mı” diye sorduğu anlaşılmıyor; asgari ücretin artırılmasına sevinmeyi “cahilce” bulmak ile artırılmasını istemenin nasıl yan yana durduğu ve ayrıca “işlerine gelmeyen” AKP iktidarı ise niye “riske etmeme” kaygısının dillendirildiği belirsiz kalıyor. En önemlisi, burada konuşan özne, belirli bir ideolojik-politik söylemle özdeşleşmekten kaçınan, kendini ideolojik-politik söylemlerin dışına ve hatta üstüne yerleştirerek hepsinde “yanlış bi şeyler duyan” bir özne. 2011 yılında yaptığımız beyaz yakalı işsizliği araştırmasındaki mülakatları tartışırken de bu “ideoloji sonrası” (!) görünen eğilimin baskınlığına işaret etmiştim.[3] Benzer şekilde, P. Yüksek’in yakınlarda yaptığı ODTÜ mühendislik öğrencileri araştırması da bu eğilimin baskınlığını gösteriyor.[4] Daha çok orta sınıf ve beyaz yakalılar arasında etkili olan bu eğilimin, ortak duyudaki keşmekeşin görünümlerinden birini oluşturduğunu düşünebiliriz.

Şimdi de AKP iktidarının doğrudan ideolojik etkilerinin görüldüğü az sayıda anlatıdan biri olan Devran’ın anlatısında ortak duyunun keşmekeşinin görünümlerini ele alalım: Devran, bir taraftan “gücü yetenin gücü yettiğini yemesinde” yanlışlık bulurken, eşitsizlik bağlamındaki “Yoksullar haketmiyo mu?” sorusuna önce “İşte onu bilmiyorum” karşılığı veriyor ve fakat sonra “Geçmişteki günahlarından, veballerinden ya da Allah’ın vermediğini… Dinimizi tanıyınca tamamen teslim olup rızkın rızan, istiyosan çalışacaksın, emeğini verceksin” diyerek “cevabını” söylüyor. “Allah kanunu mu yani?” diye sorduğumda ise, “Lozan Anlaşması’ndan sonra Cumhuriyet kurulup laiklik kurulduğundan belli, ülkemizdeki Müslüman toplumu … asimile edildi. Biz bugün Kürtler kendi ülkemizde asimile olduğumuz gibi… Osmanlı yıkıldığından belli Batıyı takip ettiğinden dolayı işte o sizin bahsettiğiniz zengin ya da fakir hak etmiyo mu kavramı ortaya çıktı” diyerek, mevcut koşulları, Kürt sorununa da dokunduran bir şekilde “Şeriat düzeni olmamasına” bağlıyor. AKP’nin bu düzene göre yönetip yönetmediğini sorduğumda ise, “Yok, onlar padişahlık sürüyo” dedikten sonra, “Sözde Müslümanız diyoz ama, hiç kimse haram paraya yok demiyo” diye devam ediyor. İslam adına hareket edenlerin “haram paraya yok dememelerini” kurcaladığım zaman da, “Zaten gerçeği bozulduğu için bu halde” cevabı veriyor. Kısacası Devran, bir taraftan “dünyanın düzenindeki yanlışlıktan,” diğer taraftan “geçmişteki günahlar” yüzünden “Allah’ın (yoksullara) vermemesinden” dem vuruyor; bir taraftan sorunları şeriat düzeninin yokluğuna bağlarken, diğer taraftan da daha önceleri yaptığı hırsızlığı yoksullar için hak olarak görüyor. Öte yandan, o da geçmişteki AKP tercihini aile büyüklerinin “Az çorba hiç çorbadan daha iyidir” sözüne atıfla açıklıyor ve fakat şimdi ne yapacağı sorusuna şu cevabı veriyor: “Artık haberlerimizde görmüyoz, sokakta ve sosyal medyada herkes AK Parti’den bıkmış durumda.” Böylece, beslendiği kaynakların farklılaşması onun zihninde de çelişkiler yaratıyor ve “değişimi” çare olarak görmek ile “Değişince nası olacak?” diye sormak arasında kararsız kalıyor.

Son olarak, Yenidoğan ve İsmet Paşa gibi mahallelerde istisnai olarak kendini gösteren “sol izlerin” ortak duyudaki keşmekeşte aldığı hallere bakalım: Eroini yeni bırakmış ve hırsızlık sabıkalısı olan Fatih, bir taraftan Atatürk’ün “artık diktatorlukla yürümediği için” “Osmanlı’dan çıkıp Cumhuriyet’i kurduğunu söylüyor, bir taraftan da hayalinin ne olduğu sorusuna “Viyana’yı fethetmek… Çünkü ben Fatih Sultan Mehmet Han’ın torunuyum” cevabı veriyor. Üstelik de, “Ölürüm, sağ partiye oy vermem” diyerek kendini “devrimci” olarak niteliyor ve sesini yükseltiyor: “Bu ülkede ne Deniz Gezmiş’ler, ne Ahmet Kaya’lar, ne Mahir Çayan’lar bitmez. Bitmez!” Böylece fetih fantezisi ile devrimcilik aynı anlatıda yan yana gelebiliyor. İkinci örnek ise şimdiye kadar hep MHP’ye oy vermiş olan baloncu Oğuz’un anlatısında karşımıza çıkıyor. “Kurt resmini görünce” MHP’yi desteklemeye karar verdiğini anlatan ve AKP ile ittifaka girmesi yüzünden artık onu bırakıp “gadına” (Akşener) oy vereceğini söyleyen Oğuz, “hayat projesinin hep zenginlere (para) akıtmasına” itiraz ederken devrimcileri haklı buluyor: “Diyolar ki kötü bi şey devrimcilik. Yoo, hem de çok doğru bi şey… Herkes eşit olsun. Doktordan benim ne eksiğim var?.. Biz de çalışıyoz, biz yatmıyoz ki. O en gral evde oturuyo, sen balon da satsan bi otelde yatamazsın. Eşitlik iyidir abi.” Böylece bütün mülakatlar içindeki en eşitlikçi vurguyu bir MHP seçmeni yapmış oluyor!

Anlatıların ideolojik-politik karakterinin böyle bir keşmekeş tablosu sergilemesi, AKP hegemonik projesinin -en azından benim görüştüğüm- yoksullarla organik bağlar kuramadığını, ona destek verenler bile memnuniyetsizlik ve huzursuzluk yaşadığı ölçüde “yönetenlerin dünyayı mumyalaştırma düşünün” (Adorno) gerçekleşmediğini gösteriyor. Ancak iktidarını kaybetse bile, yoksullarda yarattığı düşünsel (siyasal, eğitsel, dilsel, mantıksal vs.) yoksunluğun etkilerinin kolay aşılamayacağı aşikâr. Söyleminin çelişkilerini umursamayan AKP ile çelişkiler yığını olan ortak duyu arasındaki rezonans, AKP söyleminin tutarsızlık ve sahteliklerini ifşa etmenin tek başına ortak duyu üzerinde etkili olmayacağına işaret ediyor. Popüler bilinci eşitlikçi ve özgürlükçü bir eksende yeniden eklemleyecek bir sol dil ve pratik açısından ise, Gramsci’nin “halk insanının” yalnızca kendisinden düşünsel formasyon olarak üstün birinin onun kanılarını çürütüp paramparça etmesiyle görüş değiştirmeyeceği, zira ortak duyuda baskın öğeyi aklın değil, inancın belirlediği uyarısını hatırlatalım. Yine onun deyişiyle, ortak duyuya seslenecek bir hareketin inanç yaratabilmesi ise, “doğrudan kitlelerin içinden çıkan, etle tırnak gibi olacak şekilde de onlarla bağlı kalan” militanlar yetiştirmesine bağlı.[5] Burada konumuz değilse de, bunun basit bir iş olmadığını vurgulamak için temel koşulunu not edelim: Kriz koşullarında adları bile pek anılmayan ortak mutfaklar ve kooperatifler kurarak halkın gündelik ve acil sorunlarıyla uğraşmadan popüler bilincin beslendiği -eğitsel, medyatik vb.- aygıtlarda kendini var etmeye, toprakları yağmalanan köylülerle diplomalı işsizleri buluşturmadan teorik-politik müdahaleler yapmaya kadar çok çeşitli alan ve düzeylerdeki mücadeleleri orkestrasyon içinde yükselten bir kolektif irade. (Son)


[1] “Günümüz Faşizmi Üzerine Bazı Notlar“, Birikim, Şubat-Mart 2001 (382-383), s. 25-38; https://www.birgun.net/haber/gunumuz-fasizmi-uzerine-bazi-notlar-331564.

[2] A. Gramsci, Selections from Prison Notebooks, Lawrence and Wishart (Londra, 1971), s. 419.

[3] “Sancılı dil, Hadım Edilen Kendilik ve Aşınan Karakter,” T. Bora vd., ‘Boşuna mı Okuduk?’: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İletişim Yayınları (İstanbul, 2011.

[4] P. Yüksek, University Youth and Politics in Turkey: The Case of METU Engineering Students, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Yüksek Lisans tezi, 2022.

[5] Gramsci, a.g.y, s. 339-40.