Muhtemelen pek çok insan merak ediyordur. Borsa indi mi çıktı mı? Acaba piyasalar Kılıçdaroğlu’nu “satın” aldı mı? Çünkü siyasetin

Muhtemelen pek çok insan merak ediyordur. Borsa indi mi çıktı mı? Acaba piyasalar Kılıçdaroğlu’nu “satın” aldı mı? Çünkü siyasetin de bir piyasa, bir pazarlama (marketing) haline getirildiği bu düzeneğe “demokrasi” diyorlar.
Asıl sorum yazının sonunda, ama birinci sorum şöyledir: CHP 18 yıldır ilk kez sahiden ana muhalefet partisi olmaya mı soyundu? Eh, şurası kesin, Kılıçdaroğlu ile birlikte Başbakan da değişti, Tayyip bey gitti Recep bey geldi! Ve elbette siyasetin gündemi de değişti. Anayasa referandumu, olacaksa eğer, artık “Eşine ihanet eden adamı” konuşturamayacak Recep Bey, inisiyatif elden gitti. Ve siyasette inisiyatifi kaybetmek yarı yarıya kaybetmektir.
Genel olarak siyaset mi tanzim ediliyor, yoksa özel olarak CHP mi tanzim ediliyor? Benzetmek gibi olmasın: Susurluk kazası ardından toplumda bir “temiz toplum” özlemi kabarmıştı, gerçi sonu fos çıktı ama şimdi de internet skandalı ile “AKP’yi devirebilecek” CHP beklentisi hâsıl oldu. İyi de oldu.
Ama Kılıçdaroğlu’nun CHP için piyangodan çıkmadığı, parti içindeki bir “damarın ürünü” olduğu da söylenebilir. Belki gözünüzden kaçmıştır. 20 Mayıs günü Akşam Gazetesinde Özlem Çelik imzalı ve “Gandi’nin iktidar yürüyüşü 6 yıl önce başladı”  başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde özetle, 17 Mayıs 2004 yerel seçimlerin ardından aralarında Kılıçdaroğlu’nun da bulunduğu CHP’li 30 milletvekilinin Baykal’a bayrak açarak “İktidar Yürüyüşü Hareketi” adıyla bir bildiri yayımladığı; bildirideki talepler arasında demokratik bir tüzük değişikliği, yeni bir Siyasi Partiler Yasası ile Seçim Yasası, 12 Eylül’ün anayasal ve yasal kurumsal yapısının kalıntılarının temizlenmesi gibi talepler yer aldığı; Baykal’ın bu listede isimleri yer alan 27 milletvekilini tasfiye ettiği anlatılıyor.
Demem şu ki, siyaset dizayn edilmeye çalışılırken ve Baykal Pennsylvania’dan dahi medet umarken, bu komplo CHP’nin kendisini (iç dinamiğiyle!) dizayn etmek için bir fırsat yaratmış da olabilir.
• • •
CHP siyaset sahnesinde sıradan bir aktör değil, dolayısıyla izlemeye başladığımız değişim hem tarz hem doğurduğu sonuçlar bakımından siyasi deprem etkisi yaratıyor ve CHP depremi de siyasetin genelini etkileyecek gibi görünüyor.
Toplum ya da daha doğru bir ifadeyle “TV seyircileri” şunu açıkça gördü: Hiç yıkılmaz denilen Baykal yıkıldı. Böylece hiç yıkılmaz denilen Recep Beyin dahi yıkılabileceğini mesela AKP’liler de görmüş oldu, toplumun diğer “seyreden” kesimleri de... Yani an geliyor, bir “tıpa” yerinden çıkıyor; mesela Baykal gibi bıkkınlık veren ama bu hissiyat yüzüne karşı dile getirilemeyen birisi gidiveriyor. Recep Beyin durumu da biraz böyle değil mi? Sekiz yıldır, tam saha pres, tam tahakküm, her yeri ve her şeyi ele geçirmiş... Bıktırmış, usandırmış... Üstelik her sansasyonel gelişmenin kısa sürede “furya” haline geldiği, tekrarlandığı bir haleti ruhiyeye sahip ülkede yaşamıyor muyuz?
• • •
“Kaset” belasından kurtulan CHP ilk kez ana muhalefet “kasket”ini başına taktı ve “iktidar alternatifiyim” diye cesaretle ortaya atıldı. Solun, sosyalistlerin CHP ile ilişkisi elbette ana muhalefetteyken (hele hele AKP’ye karşı!) ve iktidardayken (yani AKP’lileştirilme baskısı altındayken) elbette farklı olacaktır.  Gidişatı anlayabilmek, komplo teorilerini bir kenara bırakıp işin doğasında olan başka unsurları çözümlemeye katmakla mümkün. Ki bunlar da hayatımızın içindeki sahici unsurlar.
Genel kuraldır: Azgelişmiş kapitalist memleketlerde kriz yaşanırken ya faşist parti (askeri yönetim) ya da hayli otoriter bir parti etkili olur... Kriz sonrasında da “sosyal demokratlara” filan iş düşer, kapitalizmin verdiği hasarın tamiri için... Türkiye gibi Müslüman-kapitalist bir ülkede, AKP bu misyonu üstlenebileceğini gösterdi. 2002 krizinin meyvelerini topladı, kendi tarzıyla yaraları sarmaya soyundu. Sonra... Bu kez kendisi krizle karşılaşınca anakronik bir parti haline geldi. Kriz sürdükçe despotlaştı... Ve en önemlisi kriz sonrası için artık seçmen gözünde de pek derman olamayacak, çünkü denendi işte! Demek ki, kriz sonrası için seçmenin başka seçenekler arayışına girebilmesi mümkün iken... Kemal Kılıçdaroğlu böyle bir ortamda sahne aldı.
ABD bakımından, emperyal bir vizyon havası pompaladığı AKP kendi bölge sorunlarının çözümü için elverişli bir aparattı... BOP, Ilımlı İslam, yok olmadı Neo Osmanlı... Ama Türkiye’nin/AKP’nin bu bölgede kullanılabilmesi için ayakta durabilmesi elzemdi. Oysa bu memleketin AKP yönetiminde ayakta kalacak takati azalmaktaydı. Sadece ekonomik kriz filan değil, bunlar (bir biçimde) çözülebilirdi... Ama “metal yorgunluğu” gibi AKP de siyaseten yorgunlaşmakta, iş başında kaldıkça despotlaşmaktaydı. Üstüne üstlük bu despotluğu onu her konuda “Vay ben neymişim be abi” triplerine de sevk etmekteydi ki, asıl sıkıntı burada başlıyordu.
Peki Bush’un ılımlı İslam’ı, sonra bunun yerine Obama’nın Yeni Osmanlıcılık pışpışlaması ne olacaktı? Ama bu istikamette de mesela “Osmanlı” (Recep Bey) ile “Şah İsmail”  (Ahmedinejat) kavga ettiği sürece yol alınabilirdi. Her ikisi al takke ver külah rolü üstlendiğinde değil. Washington’dan (ve bilhassa Kudüs’ten!) bakıldığında Yeni Osmanlıcık filan derken, AKP’nin kendisine hakikaten Osmanlı misyonu da biçmiş bir afra tafra içine girdiği de görülmekte olabilirdi. Her neyse bunlara da, Recep Bey’in “kaderinin” cilveleri, diyelim...
Ancak hal hakikaten böyleyse, illaki “aha işte Recep Bey’i köşeye sıkıştırmak için Kılıçdaroğlu’nun önünü açtılar” mı diyeceğiz? Elbette hayır, çünkü artık sahneye fırladığı için her aktör gibi “bu aktör” de değerlendirmeye alınacak ve güçler dengesi artık “Kemal Kılıçdaroğlu” da hesaba katılarak kurulabilecek... Nitekim ABD emperyalizmi 12 Mart’tan sonra Ecevit’e seçim kazandırmamıştı ama onu da bir süre sonra hizaya getirmenin bir yolunu buldu, amma ambargoyla amma IMF’yle... Küreselleşmede de bu işler aynen böyledir...
Ayrıca sizin de dikkatinizi çekmiştir. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasındaki en zayıf argümanlardan birisi dış politikayla ilgiliydi (AB hakkında bir iki asıp kesme dışında). Bu da pek manidar değil miydi? Seçimlere daha vakit var... Hükümeti sıkıştıran bir ana muhalefet olarak “gemi azıya aldığında” bu kez hükümet, sırf bu muhalefet şiddeti korkusuyla, ABD’ye daha fazla bağımlı ve kul köle olabilir, burnu sürtülerek biraz daha götürür işleri... Yani ABD’nin önünde bir nevi “kazan kazan” durumu var gibi...
• • •
Ana muhalefetin yeni lideri olarak Kılıçdaroğlu’nun değindiği konular kadar değinmediği “laiklik, Ordu ve Kürt” başlıkları da önemliydi. Yani bu konulara (belki de şimdilik) neden değin(e)mediği...
Kurultay konuşmasını dinlerken ağzından bir kez dahi “Kürt” kelimesinin çıkmayışına “Yok artık!” demiştim... Yani Türkiye’nin en önemli konusuna teğet geçen bir siyaset! Oysa ertesi gün baktım mesela Öcalan çok farklı düşünüyor: “Kılıçdaroğlu bir yenilik getirebilir, Kemalizm’in demokratik güncellenmesi sağlanabilir. Buna bir ihtiyaç olduğunu daha önce de belirtmiştim. Önemli buluyorum... İşte görüyorsunuz Kılıçdaroğlu geliyor. Başbakan'a diyorum ki sen çözmezsen Kılıçdaroğlu çözecek.”
Başlangıçta BDP’nin Kılıçdaroğlu’na sert tepki göstermesi normaldir, BDP haklıdır. Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun “yüzde on barajı” sözü bile aslında Kürt çözümünde en somut adımlardan (açılımlardan!) birisi olabilir... Nitekim Ahmet Türk, Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken zeytin dalı da uzattı; “gelin sosyal demokratlar olarak görüşelim,” dedi.
Peki soldan bir rüzgâr mı esiyor? Solun, sosyalistlerin CHP ile ilişkisini başka bir yazıda değerlendireceğim... Çünkü sol kategori içinde CHP’nin yeri ve Marksist kökenli değil de Kemalist kökenli bir sosyal demokrasi kategorisiyle (ki böyle bir şey olabilir mi, o da ayrı) Türkiye özgülündeki anlamı ayrıca ve mutlaka ele alınmalı...
Şimdilik CHP’ye eleştirilerimiz bakidir; ama bu “yeni” vizyonuyla, hiç olmazsa kendi seçmenine daha tutarlı bir parti vaat etme imkânına sahip olmuştur denebilir. Benim kişisel tercihlerim zaten biliniyor; kendi partim var, ÖDP üyesiyim. CHP için strateji kurgulamak, taktik önermek hiç işim değil...
Nasıl “sol” liberallere sadece kimlik meseleleriyle uğraştıkları için kızmışsak bu sefer de CHP’ye dönüp kimlik meselelerini (Kürt, Alevi) göz ardı ettiği için eleştiride bulunacağız elbette... Neo-liberalizm karşısında söylemden öte eylemini (icraatını) sorgulayacağız. (Nitekim CHP’deki gelişmeler karşısında umutlananlar arasında TÜSİAD da varmış. Onu da “CHP’li solcular” kendilerine sormalı: Niye ki?)
Öte yandan CHP yönetimi kendi tabanındaki bir devi (kendiliğinden solculuğu) uyandırmaktadır, ileride başına bela olabilecek, kontrolden çıkacak bir gücü... Gerçi toplumda öyle abartılacak bir sol rüzgâr filan yok, ama kabul edelim ki bir “esinti” başlamıştı... TEKEL işçileri, 1 Mayıs’ın görkemli kutlanışının verdiği moral... Amma... Yıllardır solculuğu, devrimciliği inadına savunan ve sürdüren devrimci çevreler olmasaydı şu memlekette CHP seçmeni de solcuğu unutmuş olacaktı! CHP kurultayında tazelenen hafızalar bu çevrelerin geçmişiydi ve şimdi de inadına sürdürdükleri var oluş mücadelesinin bizzat kendisidir. Çünkü devrimciler olmasaydı, CHP kurultayında atılan bu sloganlar da olmayacaktı ki! Orada atılan sloganların bir kısmı bizim sloganlarımız değil mi?
Kılıçdaroğlu şimdilik bir “büyük koalisyona” oynuyor gibi, AKP’ye karşı büyük koalisyon... Şimdi bu gidişatta marifet AKP’nin solun cephaneliğinden çaldığı, sola ve halka karşı kullandığı argümanları geri alabilmek basiretinde de yatıyor Bu da esas olarak, sadece rejimin / devletin değil toplumun da demokratikleştirilmesi mezhebinden olan biz devrimcilere düşüyor.
Buradaki son soruyu, asıl sorulması gereken soruyu da, neyse ki dünkü BirGün’de genç arkadaşımız Ahmet Bekmen zaten sormuştu: “Sosyal demokrasi artık mümkün müdür?”