‘Dünyanın sonu’ dendiğinde akla gelebilecek en yaratıcı çalışmalardan biri Robert Silverberg’ün 1972’de yayımlanan When We Went to See the End of the World (Dünyanın Sonunu Görmeye Gittiğimizde) adlı hikâyesidir: Evlerindeki partide Nick ve Jane çifti bir turizm firmasıyla anlaşmalarını, küçük bir denizaltıya benzeyen araca binişlerini, zamanda milyonlarca yıl ileriye gidip dünyada yaşayan son canlının ölümünü nasıl izlediklerini ballandıra ballandıra anlatıp konuklarına hava atarlar. O sırada Eddie-Fran çifti gelir. Tesadüfe bakın ki onlar da ‘dünyanın sonu’ turuna katılmış ama bambaşka bir kıyamet izlemişlerdir. Sonra partiye Tom-Harriet çifti dahil olur. Onların da aynı tura katıldığını öğreniriz ama işin garibi, onların tanık olduğu kıyamet de ilk ikisinden farklıdır. Hikâye böyle ilerlerken anlarız ki, insan türü dünyanın sonuna tanıklık etmeye dair her girişiminde diyalektik süreci -kıyamet unsurlarını- değiştirmektedir. Yani aslında kıyametle ilişkimiz Epikuros’un ölümle ilgili o güzel tanımındaki gibi olacakken -”Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum!”- insanlık farkına varmadan kendi kıyametini belirlemektedir.

Öykünün yayımlandığı 70’ler dünyasında sağcı politikalar yükselişe geçmişti, nükleer savaş korkusu vardı, Hollywood ‘felaket filmleri’ furyasının altın çağına girmişti vs ama yine de kıyamet paranoyası gündelik hayatı çok etkilemiyordu. Tarihin belli bazı anlarında yaşanan milenyarist sapkınlıklar -Avrupa’da 999’dan 1000 yılına geçerken yaşananlar gibi mesela- artık eskisi kadar yaygın değildi. 2000 yılına yaklaşırken kıyamet beklentisiyle tuhaf şeyler yapan bazı milenyaristler çıkmıştı ortaya tabii -1997’de Heaven’s Gate (Cennetin Kapısı) tarikatinin üyeleri, dünyaya yaklaşan bir asteroidin arkasında gizlenen ‘ilahi UFO’ya binip cennete gitmek için toplu halde intihar etmişti- ama bunlar istisnaydı, bilim ve teknolojinin hâkim olduğu nispeten seküler bir dünyada beklenecek kıyamet en fazla Y2K -bir yazılım problemi nedeniyle 31 Aralık 1999’dan 1 Ocak 2000’e geçerken tüm bilgisayar sistemlerinin sıfırlanacağı korkusu- olabilirdi, neyse ki o da boş çıktı.

Sonra 11 Eylül 2001 geldi, yeni bir kıyamet çağına girdik… İkiz Kuleler’e yapılan saldırıyla başlayan süreçte Ortadoğu’da yaşanan korkunç işgal ve savaşlar, Judeo-Hıristiyan inanışından kaynaklanan armageddon (kıyamet savaşı) beklentileri vs derken şimdi ‘hazırlıkçılar’la (preppers) baş başayız.



Yeraltı sığınakları hazırlayan, aylarca yetecek su ve gıda maddesi depolayan, aşırı derecede silahlanan bu ‘kıyamet hazırlıkçıları’ndan bazıları devasa güneş patlamaları sonucu elektronik sistemlerin çökmesinden endişe ederken bazıları da Müslüman teröristlerin bombalarından ya da ‘Obama yönetiminin çok şımarttığı’ siyahlarla Hispanik göçmenlerin saldırılarından korkuyor. Ne yazık ki Amerikan kitle kültürü endüstrisi de bu korkuları körükleyecek biçimde çalışıyor; hazırlıkçılar için yayımlanan kitapları görseniz dehşete düşersiniz: Sadece son iki yılda, ‘beslenme’, ‘barınma’, ‘korunma’, ‘ulaşım/iletişim’ ana başlıklarıyla arşivlediğim 100’e yakın prepper kitabı yayımlandı. Ama paranoya öyle güçlü ki bir sürü de alt başlık türetilmiş. Örneğin ok ve yay yapımını öğreten, telsizle konuşurken duyacağınız kısaltma ve sözcüklerin ne anlama geldiğini açıklayan, sığınakta ergenlik çağındaki çocuklarla nasıl ilgileneceğinizi anlatan, paranın hükmü kalmayacağı için takas yöntemleri konusunda bilgi veren kitaplar var artık... Silah görsellerine bakarak mastürbasyon yapan ırkçı milislere yönelik Prepper&Shooter adlı bir dergi bile var! National Geographic gibi azıcık da olsa ciddiyet beklediğiniz kanallarda hazırlıkçı paranoyalarını pseudo-bilimsel bir meşruiyet alanına taşıyan programlar -en ünlüsü için bkz. Doomsday Preppers (Kıyamete Hazırlık)- yapılması da cabası…

Böyle “Saatte 180 km. ile giderken hayatınızı kurtaracak 21 ipucu” tarzı söylemlerin temel işlevi asıl bakılması gereken noktayı görünmezleştirmektir; böylece kitleler “Niçin 180’le gidelim ki?!” diye soracaklarına 180’in altında gitmenin ölümcül olduğuna inanmaya başlar. Rasyonel aklın yıkıma sürüklendiği böyle ortamlar faşizmin güçlenmesini kolaylaştırır, Türkiye’de yaşıyorsanız bilirsiniz zaten -konu ilginizi çektiyse bu hafta gösterime giren 10 Cloverfield Lane’i izlemenizde fayda var; “Sağlam bir prepper sığınağında faşizan baskıyla yaşamaktansa dışarıdaki olası tehlikeyi tercih ederim” söylemiyle bu paranoyak kaostan uzak bir öykü anlatıyor.

Amerika’da başlı başına bir kütüphane oluşturacak kadar çok sayıda ‘prepper’ kitabı, dergisi, TV programı vs varken Türkiye’de bunun izinin bile görülmemesinin -Acun’un Survivor’ını kimse bu kategoriye sokmaz herhalde!- başlıca nedeni AKP olsa gerek; ebedi başkanlık/tek adamlık sevdasıyla ülkeyi savaşa sokabilecek kadar irrasyonel bir iktidarın yönettiği ülkede halk “AKP’ye rağmen ayakta kalmayı başaran her şeyi başarır” diye düşünüyor galiba. Ya da halk “Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete!” diyor da olabilir. Öyleyse burada önemli olan herkesin aynı kıyameti görüp görmediği…