Dört bir yanından şiddet fışkıran bir toplum haline geldik. Ama hepsinden önemlisi tam ortasından, iktidarın konumlandığı merkezden fışkırıyor şiddet. Kısaca şiddetin her biçimi toplumsal yaşamın her alanına zerk edilirken şırıngayı elinde tutan AKP iktidarının ta kendisi! Yıkımı temsil eden şiddet bu derece iliklerimize işlerken, bu sürecin ne anlama geldiğini ve ne tür sonuçlar doğurabileceğini iyi anlamak zorundayız.

Walter Benjamin’in şiddet konusundaki ünlü değerlendirmesinin böylesi bir kavrayışa önemli ipuçları sağlayabileceği kanaatindeyim. Benjamin iktidarların şiddetle olan ilişkisine yönelik değerlendirmesinde şiddeti, kurucu ve koruyucu şiddet olmak üzere, ikiye ayırır. Kurucu şiddet siyasal sistemin kopuş yaratacak biçimde yeniden yapılandırıldığı bir döneme işaret eder. Böylesi bir dönem “istisnai halin” yaşama damgasını vurduğu, iktidarın kendi düzenini kurmak için önceki dönemin kurumları, yasaları ve aktörlerine yönelik, normal koşullarda kabul edilemeyecek müdahalelerde bulunduğu bir duruma işaret eder. Kısaca hukukun büyük ölçüde askıya alınmasına yaslanan kurucu şiddet, yıktıklarının yerine yeni düzenin yapı, kurum ve aktörlerini koymayı hedefler.

Koruyucu şiddet yeni düzenin kurulup olağanüstü halin sona ermesiyle gündeme gelir; kurulan yeni düzenin normal koşullarda işleyişine göz kulak olan yaptırımlarını ifade eder ve yeni hukuki düzenin kurallarına uyarak işler.

Bugün AKP iktidarını sorgulayan kesimlerin itirazlarının kaynağında iktidarın şiddet kullanımındaki keyfi ve “yasa takmayan” tutumu var. Bu tutumun en son örneğini Aksaray’ın inşa sürecinde gördük. Birçok örnekte olduğu gibi Aksaray örneğinde de, Erdoğan’ın kendisi mahkeme kararlarına uymayacağını açıkça ifade etti. Aynı türden bir tavrı Gezi Parkı’na yönelik mahkeme kararına yönelik olarak görmüş, 17 Aralık soruşturmalarında da benzer bir yasa tanımazlık tavrına şahit olmuştuk.

AKP karşıtı kesimler bu hukuksuzlukları Erdoğan ve çevresinin suç hanesine yazıyor. Ancak Erdoğan ve şürekâsı için durum oldukça farklı. Görünen o ki, bu kesimler Türkiye’de bir devrim yaptıklarına ve yeni bir düzen kurduklarına inanıyor. Yani onlar, devlet kurumları aracılığıyla uyguladıkları bu yoğun sembolik ve fiziksel şiddetin kurucu nitelikte bir şiddet olduğuna inandıkları ölçüde, eski düzenin hukukunu askıya alıp, yasalarını tanımamayı doğal görüyorlar. Muhalefetin meşruiyet sorunu gördüğü yerde, iktidar çevreleri yaptıklarının meşruiyetini kurucu misyonlarında buluyorlar.

Bu durumun en güncel örneği Aksaray’ın inşa sürecinde yaşananlar. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na seçildikten sonra eski düzenin devamı anlamına geleceği için Çankaya Köşkü’ne çıkmayı reddederken, AOÇ arazisinde Aksaray’ı inşa ettirmeyi de bir taşla iki kuş vurmak olarak gördü; böylece bir yandan eski düzenin sembollerinden biri olan AOÇ’u tahrip etmiş oldu, diğer yandan da inşa ettirdiği devasa Aksaray aracılığıyla yeni bir başlangıcın altını çizme imkânına kavuştu.

Tam da bu nedenle Erdoğan için, eski düzenin savunucularının Aksaray’ın maliyeti ve inşa sürecinde mahkeme kararlarının hiçe sayılmasından doğan eleştirileri anlaşılabilir değil. Yeni bir Türkiye kurulurken, birkaç milyar doların bu devrimin karargâhı için harcanmasının lafı mı olur? Mahkeme kararlarına gelince; onlar eski düzenin nafile çırpınışları!

Bu noktada esaslı soru Erdoğan liderliğinde eski düzeni yıkmaya yönelen bu yoğun ve yaygın şiddetin Türkiye’yi nereye götüreceği! Mustafa Kemal’in devriminin kurucu şiddetinden öyle ya da böyle bir ulus devlet doğdu. Ancak böyle iddialarla ortaya çıkan birçok projenin büyük felaketlerle sonuçlandığını da biliyoruz. Şiddetle bezenmiş bu girişimlerin sonucu yaşanan büyük çöküntülerin altında bu ülkelerin uzun sürede yaptıkları birikimleri ve binlerce insanı yanında kuruculuk iddiasıyla yola çıkanların da kaldığını biliyoruz.

Üstelik Aksaray iki katlı mütevazi bir bina da değil!