Ötekileştirmenin, devlete millete ihanet suçlamalarının zirveyi zorladığını biliyoruz; iktidar kanadınca ısrarla yinelenen sözcüklerinden birisinin de beka, devletin bekası olduğunu da her gün duyuyor, dinliyoruz. Sanal bir tehlike bir tehdit olarak dayatılan devletin bekası amacını hukukun cenderesinden kurtarma çabalarını görebiliyor muyuz peki?

Alacakaranlıkta Schmitt hikâyeleri...

Durum pek iyi değildir, hatta hiç iyi değildir. Adım adım sertleşen, siyasetin doğal diline dönüşen şiddet, insan kaçırmalarla, cinayetlerle anılan kaotik bir süreci hatırlatıyor. Geçmişi günümüze taşımak her zaman açıklayıcı olmayabilir. Ders çıkarmak ise iyice zor. Meşhur laftır ikinci tekrar her zaman trajediye dönüşme tehlikesi taşır. Büyük çoğunluk 12 Eylül faşizmini kurtarıcı gibi, alkışlarla, kardeş kavgasına son veren, iç savaşı önleyen ‘Atatürkçü’ generaller algısıyla karşıladı. Gerçeği anlamak biraz zor ve acılı oldu. Generallerin teröre “dur” diyenler değil, terörün ta kendisi oldukları anlaşıldığında iş işten geçmişti. Daha sonra Evren tipi generallerin yerini darbeci asker sivil FETÖ’cüler aldı, ama şimdi de tırnak içinde yaşayan, kendilerini pek de gizlemeyen sivil darbeciler yok mu?

Bir iki soru gerçeği ortaya çıkarmaya yetecektir.

Şiddet artıyor. Sokakta kendini gösteren zorbalığın, “kadın evde otursun” diyen imamın, yargıda reform makyajına rağmen zirveye çıkan hukuksuzluğun, her yerde; Meclis’te bile pervasızca boy gösteren kabadayılığın, bu cesareti nereden aldığı belli değil mi?

TEMSİLİ DEMOKRASİ TEMSİL EDEMİYORSA

Baştan söyledik benzetmeler topaldır ama yine de işe yararlar. Bu durum pek çok kez dile getirmeye çalıştığımız, beceriksiz tekrarlarla okuru adeta bıktırdığımız Führer’in baş hukukçusu Carl Schmitt’in olağanüstü halin meşruluğu tezlerinin günümüz koşullarında farklı mekânda, zamanda kendini göstermesi, başka kılıklar altında ortaya çıkması olabilir.

Schmitt’e döneceğiz ama önce durumu özetleyelim: Görünen, iktidar partisiyle ortağının azalan halk ve seçmen desteğinin farkında olduğu, bu nedenle iktidarda kalmanın farklı yollarını aradığıdır. Temsili demokrasi halkın gerçek bir temsiline hiç bir zaman izin vermez ama bu kez iktidar bloku için temsili demokrasi bile durumu kurtarmaya yetmeyecekse, hangi seçim sistemini uygularsanız uygulayın, sonuç değişmiyorsa, hileli yollar -geçmişte çok denendi, son yerel seçimlerde işe yaramadığı net bir şekilde görüldü- işe yaramıyorsa ne yaparsınız? Sizi meşru kılacak tezlere, bu tezlere uygun yollara, yöntemlere ihtiyaç duyarsınız. İşaretler bunu göstermiyor mu?

Durum buysa, böyleyse ne yapmak gerekiyor?

Siyasetin nereye doğru, nasıl, hangi hızla evrileceğini bilmiyorsanız pek bir şey yapamazsınız. Peki, bunu bilmek, geleceği öngörmek mümkün müdür? Belirtilere bakacak, onları yorumlayacak, “Ne yapalım başa gelen çekilir” diyen mütevekkil ya da konformist izleyici değilsek, değiştirmek için etkin ve demokratik yöntemlere başvuracak, çaba göstereceğiz. O zaman yanılma payını hesaba katarak çok da uzak olmayan bir tarihteki örneklere bakalım. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’ya. Savaş sonrasında müttefiklerin yargılamak yerine parlatmakta yarar gördüğü büyük hukukçu Carl Schmitt ve kuşkusuz büyük filozof Heidegger zamanlarına gidelim. Filozofu ve uyum yeteneği büyük dasein’ını bir yana bırakalım; ama hukukçunun parlak tezleri yararlı olabilir.

CARL SCHMITT’İN ÖLÜMSÜZ TEZLERİ

Carl Schmitt’in çok basit bir şeması var aslında. Birinci ilke; belli bir amaca sahip mücadelenin, yani siyasetin var olabilmesi için bir düşman, bir öteki gereklidir. Aynı anlama gelmek üzere dost - düşman ayrımı birer metafor ya da simge değildir. Siyaset, siyasetin anlamı, varlığı, devletin bekası ötekinin, düşmanın varlığına bağlıdır.

İkinci ilke; devletin bekası amacını hukukun zincirlerinden kurtarmaktır. Güçlendiği, tehlikeli olduğu varsayılacak bir düşman varsa, önlem almak kaçınılmaz ve meşru olacaktır. Hukukla devletin bekasını karşılaştırdığınızda hukuk değil devletin bekası seçilecektir; o zaman geçici bir süre için hukuku askıya almak gerekli olur. Hukukun bağlayıcılığından, bekayı tehlikeye sokan zincirlerden kurtulmak zorunludur.

Üçüncü adım ya da ilke; bu koşullarda yani olağanüstü hal koşullarında devlet otoritesinin, karar verici organın, yeni bir hukuk tesis etmesidir. Bunun için bilinen hukuka gereksinim duyulmayacak, onun ilkelerinden yararlanılmayacaktır.

Kuralı şöyle formülle eder Schmitt: “Souveraen ist, wer über den Ausnahmezustand entscheidet” yani “Olağanüstü hale kim karar verirse egemen odur.” Burada birleşik Ausnahme-zustand kelimesindeki Ausnahme sözcüğünün anlamı istisnadır. İstisnayı kim belirliyorsa egemen de, yasa koyucu da, meşruiyetin kaynağı da odur.

Geriye kalan istisnaya karar vermek, olağanüstü hal kararı verecek olanın egemenliğini tescil etmektir. Yani meşruiyetini kendi ilan ettiği olağanüstü halden alan, kendi kurallarını kendisi koyan bir egemenlikten söz ediyor Carl Schmitt. Burada sorun bu türden bir olağanüstü halin sürekliliğinin nasıl sağlanabileceğidir. Her ne kadar olağanüstülükten söz edilse de onun geçiciliği varlığı ile çelişir. Öyleyse olağanüstü hal, düşmanın sürekli varlığı ile bağlanacak, sürekliliği de böylece sağlanacaktır. Bu tezlerin Almanya’da denendiği, içerdeki düşmanın varlığının sürekliliği için dışarıdaki düşmanın varlığının ve savaş zorunluluğunun kendini dayattığı, sonunda Schmitt sorumlu tutulmasa bile tezlerinin her iki savaşı da kaybettiğini biliyoruz.

Önümüzdeki günlerde bizi ne bekliyor diye soruyor, yanıt arıyorsanız, Schmitt’in tezlerinin farklı mekânda, zamanda kendine bir hayat alanı aradığını savunabilirsiniz. Ötekileştirmenin, devlete millete ihanet suçlamalarının zirveyi zorladığını biliyoruz; iktidar kanadınca ısrarla yinelenen sözcüklerinden birisinin de beka, devletin bekası olduğunu da her gün duyuyor, dinliyoruz. Sanal bir tehlike bir tehdit olarak dayatılan devletin bekası amacını hukukun cenderesinden kurtarma çabalarını görebiliyor muyuz peki? Çok fazla örnek aramaya gerek yok; mahkeme kararları, AYM kararlarının uygulanmaması, AİHM’ne kulak tıkanması, parti kapatma davası, gözaltılar vs... Ama bir yandan da yönlendirilmiş bir temsili demokrasi için seçim, siyasi partiler yasaları değişiklikleri, barajı ortağa göre ayarlama girişimleri var...

★ ★ ★

Schmitt’in tezleri böyledir. Peki, bu teori, bu pratik Türkiye’deki durumu anlatıyor mu? Benzese bile Türkiye’de tekrarı mümkün mü? En azından iktidar kanadından kimilerinin neden olmasın hevesinde olduklarını görebiliyoruz. Ama Führer’in Almanya’sı, Birinci Dünya Savaşı’nı yitirmiş, yenilginin ağırlığını üstünden atamamış, şovenizme açık bir ülkeydi. Bir dizi hatanın kurbanı (yoksa sahibi mi demeli) Sosyal Demokratlar, Komünistler yükselen milliyetçi dalgaya karşı duramadılar. Oylarını artıran NSDAP’ye Reichstag provokasyonu gibi bir kıvılcım yetti. İstisna halinin koşulları oluşmuştu! Türkiye’de ise yükselen değil, halk desteğini her gün biraz daha yitiren bir siyasi bloktan söz ediyoruz. Yine de bu kez iktidarı kazanmak değil, yitirmemek için Schmittyen tezlere, istisnaya sarılmayı denemeleri mümkündür. Bunu önleyebilecek, demokrasiyi her koşulda savunabilecek farklı eğilimlerde güçler Türkiye’de var; ama siyasi irade var mı, işte o belirsizdir.

Türkiye henüz bu tezlerin gündeme geldiği bir ülke değildir. Ne zaman ki iktidar partisi ya da bloku “seçimleri yitirse de devletin bekası için iktidarı terk etmesinin, devretmesinin söz konusu olmadığını” söyler ya da niyetlenir, işte o zaman biz de “Ey Carl Schmitt, geldinse masaya üç kere vur, biz de ruh çağırma işkencesinden kurtulalım, ne olacaksa olsun” deyip, aşı ne zaman gelecek, pandemi ne zaman bitecek, sokağa çıkabilecek miyiz, kongre yapabilecek miyiz türünden artık bize pek zevk vermeyen sorularımızla baş başa yaşayıp tüketelim mi ömrümüzü...