Badiou’nun Maoculuğu, Jako-benizm ve Leninizmin ardından ‘ellerini kirletmek’ten korkmayan yegâne devrimci siyaset pratiği olarak düşündüğünü söylemek hatalı olmaz. Bu da çoğu çağdaşının kabul edemeyeceği türden bir sorumluluk...

YAĞIZ AY

1960’ların ikinci yarısındaki Fransa’nın entelektüel ortamında, Maoculuk oldukça heyecan verici bir tür “trend” idi. Birçokları için “gauchiste” olmanın Komünist Parti’ye üye olmaktan fazlası olmadığı bir dönemde, Mao’nun metinleri hem entelektüel hem de siyasal pratik açısından ilgi çekici bir konum edinebiliyordu kendine. Bir türlü gerekli bilinci elde edip de ayaklanamayan sınıflardan umudu kesenler için “halk”ı, Parti’nin otoritesinden usananlar için “aşağıdan” yakla-şımları tanıtıyordu. UJC-ML (“Genç Komünistler Birliği”) ve Gauche Proletarienne gibi örgütler bu ilgiyi pratik safhasına geçirmeye, onu sahaya çıkartmaya uğraşanlardan bazıları olarak sayıla-bilir. Bütün bu örgütlenmeler, pratikler ve tartışmalara karşın Fransız Maoculuğu (en azından onun ana-akım entelektüel ve siyasi tezahürleri) büyük ölçüde “imgesel”/“hayali” bir Maoculuk olarak nitelendirilebilir.
Çin’de gerçekte ne olup bittiğine, kimin ne mücadelesi verdiğiyle esasında ilgilenmeyen, yegane ilgi ve arzusunu yalnızca, “sosyalizm için savaşan köylü ve öğrenciler”, “yalınayak doktorlar” gibi figürlere indirgeyen, “halk savaşı”, “kültür devrimi” gibi kavramları içeriklerini dert edinmeksizin fazlaca şaşalı bulduğu için benimseyen ve temelde PCF’nin doktriner görüşünden bir farkı temsil ettiği düşünüldüğü için cazibesini koruyan aşağı yukarı bir on yıllık (1966-74) dönemde sol siyasetin fikri haritasını işaretlemiş bir akımdı. ‘68 rüzgarının dindiğinden herkes emin olduğunda, o dönemin en ateşli Maocuları, “Sol Birlik” için oy istiyorlardı. Dönemin anti-emperyalist hareketliliklerinin ve Vietnam savaşı karşıtı protestoların berrak bir şekilde ortaya koyduğu “üçüncü-dünyacılık”, Fransa’da Mayıs ‘68 olayları olarak bilinen duruma giden yolda yadsınamaz bir rol oynamaktaydı. Ancak kendi içerisinde oldukça çelişik bir fikriyat idi bu; Fransız solu, Vietnam ve Çin’e baktığında aynı şeyi, yani Cezayir’e baktığında gördüğünü görüyordu. Çin ve Vietnam ve oralarda verilen mücadeleler onların siyasal imgeleminde yalnızca “silahlanan köylüler” gibi bir olgunun farklı veçhelerini oluşturuyordu. Bundan dolayı, sözgelişi Ho Şi Minh ile Mao arasında yaşanan gerilim gibi siyasi gerçeklikler, Fransa’da yapılan Maoculuğun da büyük bir parçası olduğu “üçüncü-dünyacı” tartışmaların gerçekliğini belirlemekte etkili olamıyordu.

Alain Badiou’nun Maoculuğu bu ana akım yaklaşımdan epey farklıydı. Bunun belirgin bir teza-hürü Badiou’nun günümüzde de çekinmeden ve nostaljik olmadan Maocu olduğunu söyleyebil-mesinde yakalanabilir. Badiou hiçbir zaman Parti’ye üye olmamış veya Sovyetik-Stalinist bir sosyalizme bağlanmamıştı; Mao ve Çin Komünist Partisi’ne yaklaşmasıysa Sovyetik sosyalizme “soldan” bir eleştiri yapma imkanını yakalamasıyla olur. Bu “sol eleştiri” anlamında, Badiou’nun Mao’da değer verdiği ve radikal bir siyaset anlayışını etrafında kurmayı hedeflediği, en başından itibaren, onun “sonsuzu düşünme” cesareti gösterebilmesi ve bunu bir ayrışma ve bölünme man-tığına (“bir ikiye bölünür”) sadık kalarak yapmasıdır; başka bir deyişle “diyalektik” düşünüyor olmasıdır - Mao’nun Stalin eleştirisinin temeli de Stalin’in “diyalektik” düşünemiyor olmasından gelir. Bundan ötürü, birçok Fransız Maocusu “Büyük Atılım” gibi hadiselerden dolayı geçmişle-rine lanetler ederek ‘68-sonrasının liberal-demokratik konsensüsünde Sol Birlik’in parçası olurken Badiou, Mao’nun diyalektik kavrayışı etrafında şekillenen bir özne teorisi örmeye çabaladı. Yukarıda andığımız iki Maocu eğilimli örgütün dışında -onları “sol sapma” ile suçlar- UCF-ML ve sonraki yıllarda “L’organisation politique” gibi farklı yapılanmaları oluşturarak “partisiz siya-set” yolları aramakla meşgul eder kendini.

İlk eserlerinden “Çelişki Teorisi” böyle bir kültürel-siyasal faaliyetin ürünüdür. Kitabın temel tezi -ki Badiou bu tezin “felsefi” bir tez olduğu konusunda ısrarcıdır- Mao’nun bir deyişiyle özetlenir: “Marksizmin birçok ilkesi vardır ancak bunlar temelde bir taneye indirgenebilir: Geri-cilere karşı isyan etmek haktır.” Biçimsel olarak bir tür “darb-ı mesel Marksizmi” gibidir burada yaptığı; uzun ve komplike argümanlar, sözgelişi küme teorisi veya Descartes’a ilişkin tartışmalar, Lenin veya Mao’dan (veya onların söyleyebileceği türden) vurucu, birçok açıdan tedirgin edici, saldırgan bir deyişle noktalanır genelde Badiou’nun metinlerinde. Çağdaşları Mao’nun metinlerinde beliren saf bir dost-düşman ikiliğini benimsemekten çekinirler genelde, Badiou ise bu ikiliği siyasetinin tam kalbine yerleştirir; diliyse siyasetinin kızıl bayrağını en yukarılarda taşır.


Çin’de meydana gelen “felaketler”, birçok Fransız Maocusunun Maoculuğu bırakmasına sebep olan olaylar Badiou için aynı etkiyi yapmamıştır. O’nun düşüncesine göre, devlet aygıtının sonlu mevcudiyeti ve Maocu düşüncenin barındırdığı sonsuzluk fikri karşı karşıya geldiğinde “felaket” olarak adlandırılabilecek olaylar halihazırda kaçınılmazdır, çünkü komünizme doğru ilerlemek ancak mevcut durum içerisinde sürekli bir yıkımın ortaya çıkmasıyla sürdürülebilir: “Bu tutku ancak yıkımla gerçekleştirilebilir kendini.” Badiou’nun çizdiği bu çerçevede Maoculuğu, Jako-benizm ve Leninizmin ardından “ellerini kirletmek”ten korkmayan yegane devrimci siyaset pratiği olarak düşündüğünü söylemek hatalı olmaz. Bu da çoğu çağdaşının kabul edemeyeceği türden bir tarihi sorumluluğu üstlenmek demektir.