Herkesin birbirinden mümkün olduğu kadar uzak durduğu ve yakınlıkların zor tesis edildiği bu memlekete geldiğimden beri

Herkesin birbirinden mümkün olduğu kadar uzak durduğu ve yakınlıkların zor tesis edildiği bu memlekete geldiğimden beri, kafamı meşgul eden sorulardan biri de şu: İki kişinin arasındaki ideal mesafe nedir?

Bu konudaki duygularım hep çok karışık olmuştur. Birine çok yakınlaşınca, bir süre sonra koşarak olay yerinden uzaklaşmaktan başka hiç bir şey düşünemez olurum. Uzaklaşınca da tam tersi olur: hep birlikte olalım, sabahlara kadar hiç durmadan konuşalım isterim. Garip bir şey işte. İzah etmesi zor.

Yakınlıktan korkmanın anlaşılabilir bir tarafı vardır aslında. Bu sadece birinin yakınlığında kendi alanınızı kaybetmekle ilgili değildir. Mahremiyeti korumaktan başka kaygıları da olabilir insanın. Birine çok yakından baktığınızda, ona dair esas şeyi kaybedersiniz mesela. Hatlar bulanıklaşır, detaylar kaybolur, insan yüzü anlamsız girinti ve çıkıntılara dönüşür. Uzun uzun keyifle seyrettiğiniz güzel bir yüz, iyice yaklaştığınızda koca bir burundan ya da şakaklardaki mavi damarlardan ibaret kalabilir. Bu kadar yakından baktığınızda, onu neden bu kadar sevdiğinizi hatırlamakta zorlanabilirsiniz.

Bunu düşününce, ‘Guermantes Tarafı’nda Proust’un anlatmaya doyamadığı şu meşhur öpücük sahnesi geldi aklıma. Esas adamımız Marcel, Albertine’i beklemiş, arzulamıştır. Onu öpeceği anın hayaliyle uzun uzun oyalanmıştır. Sonunda, genç kız bizimkini odasında ziyaret ettiğinde, yatakta karşılıklı otururlar. Böylece hep beraber bu gecikmiş öpücüğü beklemeye başlarız. Oysa Marcel, Albertine’i öpmek için ona doğru yaklaştığında, tanıdığı ve hayranlıkla seyrettiği o güzel yüzün yerine, kendisini bambaşka bir coğrafyanın beklediğini farkeder: “… boynu, yakından bakıldığında, sanki bir büyüteç altındaymış gibi gözenekli bir dokuyu ortaya koyuyor, bu da yüzünün bütün karakterini değiştiriyordu.”

Marcel Albertine’e yaklaştıkça, biz de onunla birlikte sabırsızlanırız. Ama öpücük gelmek bilmez bir türlü. Onun yerine, bir miktar mizahla birlikte düşkırıklığı metne sızmaya başlar: “… dudaklarımın yanağına yaklaştığı o kısacık anda, önümde on ayrı Albertine duruyordu; bu haliyle bir kaç başı olan bir tanrıçayı andırıyordu ve ne zaman bu kafalardan birine doğru hamle etsem, bir diğeri ile yer değiştiriyordu.”

Bundan sonra da, tahmin edeceğiniz gibi, işler pek iyi gitmez. Aslına bakarsanız, bu öpücük hikayesi tam bir felakete dönüşür. Burunlar çarpışır, dudaklar yerini bulamaz, ortalık karışır. İnsan yüzü öpüşmek için düzenlenmemiş diye isyan eder Marcel. Burun delikleri, gözler, dudaklar hep yanlış yerlere konmuştur. Sonuçta, o kadar hasretle beklenen bu öpücük tam bir fiyaskoyla sonuçlanır.

Yakınlık mutluluk getirmemiş, tam tersine uzaklaşma isteği ile neticelenmiştir. Marcel, varlığından o kadar mutluluk duyduğu Albertine’den bir an evvel kurtulmak ister. Neredeyse daha öpüşme faslı bitmemişken, ne zaman gidecek bu kız, diye düşünmeye başlamıştır bile.

“Albertine’in Öpücüğü,” çoğu okuyucunun kabul edeceği gibi, idealize edilmiş bir aşkın gerçekleşmeye yüz tuttuğu andaki çaresizliğini anlatır. Hepimiz için tanıdık bir sahnedir bu aslında. Lisede uğruna şiirler yazdığımız oğlan, sinemada elimizi tutmak yerine mısır patlaklarını avuçlayıp ağzına tıkmayı tercih etmiştir. Üniversitede bir sene kantinde göz göze geldiğimiz çocuk sonunda ağzını açtığında, Kant’ı bir tür çay, Mahler’i bir Alman futbolcusu, Bosch’u da bir buzdolabı markası zannettiği ortaya çıkmıştır. Bu liste böyle uzayıp gider. Birisini bütün zaaflarına rağmen sevebileceğimiz vakit gelene kadar, hepimiz kimi romantik ve erotik düşlerle oyalanırız.

Ama hepsi bu değildir bence. Proust, bu bölümü yazarak biraz da mesafe tayini yapar aslında. Yakınlık her zaman pek hoş bir şey olmayabilir, der gibidir sanki. Nedir o ideal uzaklık o zaman? Kendimizi en iyi hissedeceğimiz yer? Karşımızdakini en güzel haliyle görebileceğimiz mesafe? Bir kol boyu mu? Yan oda mı? Karşı sokak mı? Komşu şehir mi?

Hangisi olursa olsun, insanın kolayca aşabileceği bir mesafe olsun derim ben. Uzanıp da dokunabileceği bir uzaklık olsun. Çünkü fazlaca yakınlıktan daha fena tek şey vardır hayatta. O da kimsenin ulaşamayacağı kadar uzakta olmak.

Bazı küçük koyu renk cevizler vardır hani? Çetin ceviz. Ağacın tepesinde öyle tekbaşına dururlar. İçten içe kurtlanıp çürürler sonra. Bir gün hafif bir rüzgar indirir onları. Toprağa onlar gibi düşmek istemezsiniz. Kapalı ve sessiz.