Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Günlük bir gazetede haftada bir yazmanın kimi güçlükleri var. Türkiye’de gündem çok çabuk değişiyor. Hafta içinde yazmayı tasarladığınız konular, bakıyorsunuz hafta sonunda önemini yitirmiş oluyor. Bu durumda oturup yeni bir yazı yazmak zorunda kalıyorsunuz...

Geride bıraktığımız hafta, iki konu basında ve kamuoyunda öne çıktı: Atatürk’ün anısına saygısızlık eden çakma tarihçiler ve açlık grevindeki iki eğitimcinin ciddiyet kazanan sağlık durumları…

Gerçi çok yazıldı, çizildi ama bu iki konuda bir çift söz etmeyi ben de vicdani bir görev sayıyorum…

• • •


Kurtuluş Savaşı’mızın önderi ve Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü aşağılamak, on beş yılık AKP iktidarında adeta sıradanlaştı…

Elbette Mustafa Kemal düşmanlığı AKP ile başlamadı. Deniz Kavukçuoğlu’nun dediği gibi, “Bugün Mustafa Kemal Atatürk’e ve ailesine en galiz ifadelerle saldıran çetenin kökleri, 1911 yılında Mutedil Hürriyetperveran ve Ahrar fırkalarının birleşmesiyle kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na uzanmaktadır.” (“Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz alçaklığı”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2017)

Bu uğursuz geleneği daha sonra Demokrat Parti devraldı. O dönemde Atatürk’e saldırılar yeniden hız kazandı. “Ticaniler” diye adlandırılan bir tarikatın üyeleri, ülkenin her yanında Atatürk büstlerini, anıtlarını parçalamaya başladılar. Gericiliğe yeşil ışık yakan Demokrat Parti, kendi eliyle yarattığı canavardan korkarak, 31 Temmuz 1951’de “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında 5186 Sayılı Kanun”u çıkardı. Bu yasa bugün de yürürlükte olmasına karşın işletilmiyor. Cumhuriyetin savcıları, Cumhuriyetin kurucusuna yapılan ağır hakaretler karşısında “üç maymun”u oynuyorlar! Atatürk’ün makamında oturan Cumhurbaşkanı ve “Başkomutan Mustafa Kemal”i yetiştiren kurumun başındaki Genelkurmay Başkanı susuyor! Gazetecileri “şafak baskınları”yla yataklarından kaldırıp gözaltına alan güvenlik güçleri, haklarında yakalama kararı bulunan kripto hainleri her ne hikmetse inlerinden çıkarıp yargıya teslim edemiyor!

Son dönemde, ülkenin ortak değerlerine ve tarihsel kişiliklerine edepsizce saldırmak moda oldu. Cumhuriyet Türkiyesi’yle hesaplaşmayı özgörev edinmiş “çakma tarihçiler” sürüldü sahneye! TRT başta olmak üzere, hükümet güdümündeki her kanalda boy gösteriyor bu hödükler! 90 yıllık Cumhuriyet dönemini “reklam arası” sayan AKP iktidarında Atatürk’e ve ailesine saldırmanın nasılsa bir yaptırımı yok! Dayamışlar sırtlarını bu kesime, sürekli pislik saçıyorlar! Üstelik “Atatürk’ü Koruma Yasası” yürürlükteyken oluyor bütün bunlar. Demek ki yapana değil, yaptırana bakmak gerekiyor...

AKP’nin tüm devlet aygıtını ele geçirmesiyle birlikte, Cumhuriyet değerlerine saldırılar “olağanlaştı”. İktidar korumasındaki Kadir Mısıroğlu, Mustafa Armağan, Yavuz Bahadıroğlu, Hasan Akar, Süleyman Yeşilyurt gibi “kerameti kendinden menkul” soytarılar, hükümete yakın kanallarda Mustafa Kemal karşıtı söylemlerinin dozunu artırdılar. TVNet’teki iğrenç yayın ise bardağı taşıran son damla oldu. Bu aymazlar, Mustafa Kemal’in manevi kızının namusuna dil uzatınca Türkiye ayağa kalktı. Artan tepkileri dindirmek için savcılık “kerhen” gözaltı kararı vermek zorunda kaldı. O kararı da doğru düzgün uygulamadılar. Örneğin “Derin Tarih Çetesi”nin elebaşısı Mustafa Armağan için henüz gözaltı kararı alınmadı. Meczuplardan biri son anda tutuklandı ama onun da kısa sürede salıverileceğini adım gibi biliyorum.

Şimdi gelelim sorulara:

1. 15 Temmuz’dan bu yana “FETÖ ile mücadele ediyorum” diyerek ortalığı ayağa kaldıran AKP, “Kripto FETÖ’cü” Mustafa Armağan’ı neden koruyor? Böyle birinin yönettiği ve Özdemir İnce’nin tanımlamasıyla “lüks tuvalet kâğıdı” olmanın ötesinde bir değer taşımayan “Derin Tarih” dergisini niçin destekliyor?

2. Daha önce Fethullah Gülen’i öven kitaplar yazan bir adam, iktidar yandaşı bir yayın grubunun televizyonlarında, gazetelerinde, dergilerinde nasıl yer buluyor?

3. Kapağında Atatürk’ü “Çakma Napolyon!” diye aşağılamaya çalışan; “Ankara Kız Öğretmen Okulu’nda okuyan hür ve bakire bir kızı gece vakti ve cebren okulundan alıp ırzına geçti” türünden yalanlarla iğrençlik sergileyen bir paçavrayı, Kültür Bakanlığı satın alarak tüm kütüphanelere nasıl gönderebiliyor?

4. Denizbank, Halkbank, Vakıfbank, THY, Türk Telekom, Turkcell, Vestel, Suryapı, Bellona ve Renault gibi kurumlar, Atatürk’e söven bir dergiye nasıl reklam verebiliyor?

Bu sorular ivedi yanıt bekliyor…

***

İki eğitimcinin onur savaşı
“Yaşamak” ve “çalışmak”, iki temel insan hakkıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinde, herkesin yaşama hakkının yasayla korunacağı belirtilmiştir.

“Çalışma hakkı” ise T.C. Anayasası’nın 49. maddesinde şöyle tanımlanmıştır: “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır.”
Ne var ki, bu yazılanlar hep kâğıt üzerinde kalmıştır.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, iktidarın “zulüm makinesi”ne dönüşen “KHK” kurbanlarından yalnızca ikisi…

Belgesiz-kanıtsız soyut bir suçlamayla işlerinden atıldılar. Üstelik kamu hizmetinden yasaklanarak…

Bu iki eğitim emekçisi, seslerini duyurmak ve işlerine geri dönmek için tam 68 gündür açlık grevindeler.

Başkentin göbeğindeki Yüksel Caddesi’nde, Başbakanlık’a 350 metre uzaklıktaki bu eylemden, ne yazık ki birkaç gün öncesine değin hükümetin haberi olmamış! Başbakan Binali Yıldırım ve Yardımcısı Numan Kurtulmuş, gazetecilerin konuyla ilgili sorularına aynen böyle yanıt verdiler.

İki genç insanın açlık grevi ölüm sınırına yaklaştı. Hükümet bu haksızlığı gidermek için çabuk davranmazsa yarın çok geç olabilir.

Ankara Tabip Odası, iki grevcinin sağlık durumunda gözlenen belirtilerin, “Wernicke-Korsakoff sendromu”nun öncüsü olduğunu açıkladı.

Biz bu acıları daha önce çok yaşadık. Artık yeni trajedilere tanık olmak istemiyoruz.

Sorumluluk şimdi hükümettedir.

“İşimizi istiyoruz” diyerek bedenlerini ölüme yatıran bu iki onurlu insanın göz göre göre eriyip gitmesine seyirci kalanlar, tarihin lanetinden kurtulamazlar!