“Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” der öykücüler, romancılar. Ahmet Büke de her zamanki yalınlığıyla “Biz Sait abi’nin kayığından çıktık” diyor. Güzelmiş. Sürdürelim derim, “Biz Nazım Hikmet’in öfkesinden çıktık”, “Biz Necatigil’in merhametinden geldik”, “Biz Orhan Kemal’in iyiliğinden doğduk.” İlkokula giderken bir Bolşevik paltom vardı, kahverengi, yakaya kadar düğmeli. Garip Dedeme daireden verilen paltoluk kumaştan artmıştı bana da. Dedemin paltosundan Bolşevik çıktım ben de!

ALFABE: HALFABE

Ahval: Bir yılın sonunda ahvalimiz nicedir diye dönüp bakmak adettendir. Öyleyse şunu demek elverir, geçen yıldan iyicedir. Niyesi de bellidir, delilleri ortadadır. Gidişatın farkına varanlar biraz daha çoğalmıştır. Daha da çoğalacağımıza dair çok alametler belirmiştir.

Bilim: Bilim yaşına mı geldim nedir, öyle bir yaş var mıdır, varsa bana niye geç gelmiştir? Demokraside çare, bilimde yanıt tükenmez. İkisi bir araya geldiğinde ise, memleket cennet. Şiirin de bilim olduğunu ciddi ciddi düşünmeye başladım, belki öyle olduğunu herkes biliyordur ama ben yeni farkına vardım. Rica ederim, gülmeyin! Bilimin yaşı yoktur!

Cem: İnsan insanla cem olmaz yalnızca, harflerle, dizelerle, kuşlarla, bitkilerle, ağaçlar, yollar, yapraklar, bulutlar, maviler, şarkılar, turnalar, güneş, ay, sabahlar, nehirler, göller, sunalar, kediler, köpekler, otlar, çimenler, atlar, kuzularla kurulmayan cem, cem sayılmaz!

Çolpan: Alfabe icabı sözcük aramanın iyi yanlarından biri de bu. Unuttuğun, bilmediğin, az kullandığın pek çok sözcükle karşılaşıyorsun ve ilk kezmiş gibi seviniyorsun. Ay, yıldız, gezegen adları gibi. Çolpan, Zühre yıldızı, Çoban yıldızı, Venüs…Hepsi Çolpan. Ne mutlu geceye! “Göğe Bakma Durağı” da Çolpan için, Ülker için değil mi? Bakalım öyleyse!

Divane: Ne güzel sözcüktür divane. Deli divane diye de kullanılır, divane aşık diye de. Divane Kuşununsa yeri mitolojidir. Divane, tutkun olandır, çılgındır, kalbi aklından fazladır, öndedir. Düşkün değildir, çoklarından iyi olduğu, varını yoğunu cömertçe sunduğu için gülünüp geçilse de, “gam çekme haline divane gönlüm” diye üzerine türkü yakılmıştır.

Edep: “Edep ya hu” demesi güzeldir, ama aynaya bakarak! Önce aynaya bakacaksın, sonra kalbine, yani “eline, beline, diline” denildiğini unutmadan, kendini tartacaksın. Bakalım fazla gelen ne var? Sonra da azarlar gibi değil, sanki hat yazısı yazar gibi incelikle ‘edep’ diyeceksin ya hu, edep!

Fanfar: Her şeye karşın fanfarlı zamanlar yaşadık. Fanfarlı denir mi? Diyelim, neşeli, sevinçli, canlı yerine geçsin! Daha da çok fanfarlı günler, yıllar yaşamayı dileyelim. Niye derseniz, size Gülten Akın’ın “Mavi Kuş” şiirini okumanızı öneririm. “Oy farfara farfara” şarkısı da pek güzeldir, Turgut Uyar’ın “Cahil Beşir’e” şiirinde hatırlı bir yeri vardır. Okumak şarttır.

Gümrah: Neredeyse, her şey demek. Deli, gür, yüksek, uzun, akışlı, sık, yoğun… Daha ne olsun? En kötü günümüz böyle olsun diye kadeh kaldırılacak cinsten bir sözcük. Ama böyle güzel ve gür bir sözcüğü meze yapmayız! O kadar da değil! Her anımız, yılımız, işimiz, şiirimiz daha gümrah olsun!

Ağaç: Çin Yılı gibi olsaydı yıllarımız keşke. Nasıl maymun, horoz, tilki vb. yıllar varsa, bizim de ağaç yıllarımız olurdu. Fena mı olurdu? “Her kadın ağacını tanır”sa, her yıl da iyiliğini bir ağaçtan alır. Söğüt, çınar, kavak, akasya, ve çılgın nar ağacı… Ağacını tanıyan, başkasını da tanır. Ağacın varsa, ötekin yoktur. Ağacı olanın başka bir şeyi yoktur. Bir ağaç yeter. Bir ağaca sarıl, iyileş.

Hayvan: “hayvanların yanında insan haysiyetinden bahseden bir insan köpek gibi yalan söylediğinin farkında olmalıdır. Zira o aptalca pratik üstünlük hissi kanunsuz ve esastan özgür varlıkların yanında yerini gayet huzursuz bir hasede bırakır.”Georges Bataille,(Oxana Timofeeva, Hayvanların Tarihi, çev: Barış Engin Aksoy, Kolektif Kitap, Kasım 2018)

Ilgın: Çocuklara büyüklerin adlarını vermek yerine doğanın, göğün, bitkilerin, suların adlarını vermeye başladık ya, bu bile bende ılgınlık yaratıyor! Cümle içinde kullandım işte! Serinlik, esenlik gibi. Ilgını severim, seher yelinden. Bir de Ilgın Su var bizim.

İmece: Bana hep Köy Enstitüleri’ni hatırlatır. Anadolu İmecesi, ‘enüstü’lerin yok edilmesiyle son bulmuştur. İmece, güneşli bir duygudur oysa, güleçtir, gülüşlüdür. Anadolu’nun da, insanın da içi, yüzü, gönlü ondan sonra kararmaya başlamıştır. ‘Enüstü’ güneşi yeniden doğsa, kadın erkek, kız oğlan elele, gönül gönüle, göz göze, ortaklaşmanın, paylaşmanın özgürlüğün imecesini kursa!

Jurnal: ‘Sayın muhbir vatandaş’lar arttı, kapsamı da genişledi. Şiir, ‘sayın muhbir şair’leri de gördü! Hem şair hem de muhbir, yani jurnalci olunabilir mi? Şiirin, hükmünü çoktan verdiği ve şiiri kendinden menkul olanlar, şair olsa ne yazar, olmasa ne yazar? Tarih onları muhbir diye yazar!

Kalenderi: Sünni, Şii, Alevi, Bektaşi, Hanefi, Hanbeli, Maliki, Şafii, Katolik, Protestan, Ortodoks…Başka vardır daha, bilemedim. Kimi Müslüman, kimi Hıristiyan mezhepleri. Kimsenin dinine, mezhebine karışmam. Senin dinin sana, benimki bana ama, insanın meşrebi Kalenderi olmalı. Dünya malına değer vermeyen, geçiciliği bilen, Tanrıyla ilişkisinde aracı istemeyen, kendini bazen Tanrı, bazen insan, bazen karınca olarak gören bir Kalenderi.

Laik: Laiğim, laiksin, laik, laiğiz, laiksiniz, laikler. Andımız budur! Doğa budur, yaşam budur, varlık budur, şiir, edebiyat, müzik, aşk budur.

Mahviyetkar: Bu sözcüğü ilk duyduğumda, ‘mahvolmak’tan geldiğini düşünmüştüm. Sonra birkaç konuşmada karşıma çıktı, öyle değildi. Bu kez bana Orhan Veli’yi düşündürdü: “Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol”. Beninden kurtul, şiir oku, şiir yaz, şiir düşün, alçakgönüllü ol, mahviyetkar ol!

Neş’e: Bu yıl ‘neşen bilir!’ diyelim yine, eskiden derdik ya hani! Neşemiz ufaktan da olsa yerine gelmeye başladı ya, biz işte öyle eski çocuklarız ki, hava biraz güzel, gökyüzü biraz mavi olsa, ‘devrim’ oluyor sanırız! O da olur bir gün mutlaka! Olur da dünya yeniden kurulur, bizim istediğimiz başka bir alem olur! Devrim mi olur, alem mi olur, dans mı olur, ne olursa olsun, yeter ki neşeli olsun!

Olanak: 80 öncesi Türk Dil Kurumu önermişti sözcüğü. Sevdik, yazdık, söyledik ama asıl Cemal Süreya’nın şiirinde gördükten sonra coştuk. Ne diyordu mavi şair, en sevdiğim şiirlerinden olan “Çay Bahçesi”nde: “24 Mayıs Cumartesi/Burda bir çay bahçesinde/Duvarlar kuşlarla dolu/Bilsen öyle yorgunum ki/Yalnız alnımı örtüyor uyku” dizeleriyle başlıyor, “İki çocuğuyla oturmuş/Karşı masada bir anne/Beklediği tiren saati/Bir olanak arıyor kendine/ Gözlerine dolan beyaz çiçekte”. Cemal Süreya’nın şiiri de bir olanaktır.

Ödül: “Uzaklarda aramaaa…” diye süren şarkıdaki gibidir çoğu kez, ödül yakındadır. Bahçe içindedir, nar kalbindedir. Bakarsın, duyarsın, sezersin. Ödülümü çoktan almışım ama farkına varmamışım dersin. Çok ödül aldım şiirde, ama iki ödülüm var ki ikisi de birbirinden özel ve birbirinden güzel, biri Nar biri İdil.

Palto: “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” der öykücüler, romancılar. Ahmet Büke de her zamanki yalınlığıyla “Biz Sait abi’nin kayığından çıktık” diyor. Güzelmiş. Sürdürelim derim, “Biz Nazım Hikmet’in öfkesinden çıktık”, “Biz Necatigil’in merhametinden geldik”, “Biz Orhan Kemal’in iyiliğinden doğduk.” İlkokula giderken bir Bolşevik paltom vardı, kahverengi, yakaya kadar düğmeli. Garip Dedeme daireden verilen paltoluk kumaştan artmıştı bana da. Dedemin paltosundan Bolşevik çıktım ben de!

Reçel: Bir şiir biçimi olmalıymış reçel. Ya da şiirin bir bölümü, ikinci bitişi reçel bölümü olmalıymış. Reçeli çok yediğimden mi, hayır. Keşke yesem! Duygusu hoş, renkleri güzel, adları birbirinden tatlı! Karanfil reçeli gibi şiir reçeli de olsa ya da şiir karabuğdaydan ekmek olsa bir dilim, üstüne reçel sürüp yesek! İnsan bazen bazı kitapları yemek istemiyor mu? ‘Şahsım’ olarak ben!

Sol: Soldayım, yoldayım.

Şey: Cemil Meriç’in sözünü unutmadım hiç: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni, eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmalarıdır.” Eşya, varlıktan bile ağır ve insanlar “hangi dünyaya kulak kesilmişlerse, öbürüne sağır!”

Teselli: Yaşamak dediğimiz maceranın yeni adı, tanımı. Teselli bulabiliyorsak, teselli edebiliyorsak bu iyi sayılıyor: “Teselli’ olsun isterdin kaçırdığın şu son vapurun adı” (Avunmalar Gazeli’nden).

Umut: Umut bu ya, bu kez boşa gitmeyecek, umutlandığımızla kalmayacağız dedik. Kalsak ne olurdu, o kadar da fena olmazdı. En azından “benim hala umudum var” derdik ya da Gülten Akın’ın müthiş dizesini yinelerdik: “Senin sular gibi umudun var”.

Üzüm: Kutsallarımız değişmez! Nar, elma, incir, limon, zeytin ve üzüm. Sonra mavi, sonra kırmızı, sonra yeşil, mor, turuncu, eflatun. Bağ, bahçe, ova, yayla, keçiyolu, patika. Ve su! Ve gökyüzü ve kederli nehir yolları ve toprak ve yoldaşlık, kardeşlik, arkadaşlık… Hepsi aynı bağdan, gönül bağından, kara, beyaz, Bektaşi, kınalı yapıncak, misket, çavuş, rezaki üzüm. Aşk olsun!

Ve: Ne güzeldir Ve. Eski dil. Ve bir gün cümle mağluplar, mahzunlar, mağdurlar yeter artık deyip doğruldular. Ve onlar suyun, yerin ve göğün gereğini bildiler, görgüsünü gördüler, işini işlediler. Ve onların silkinip doğrulması hayra sayıldı. Ve Nuh’un Gemisinden ve ormanlardan ve tundralardan ve dağlardan sökün eden hayvanat ve göğü kanatlarıyla yarıp gelen masal kuşları ve yedi denizden çıkan balıklar…Ve güzeldir Velhasıl.

Yaprak: İnce yurt.

Zeytin: Yemelere doyulur da belki yazmalara doyulmaz. Tadı da dilden düşmez adı da. Sanki söylerken bir bir harfleri damlıyor. Tanesi ayrı, damlası ayrı sevinç. And olsun zeytine.

cukurda-defineci-avi-540867-1.