Son zamanların en moda kavramlarından biri “algı yönetimi” ise ikincisi “bir yalanı uzun süre tekrar ederseniz herkes inanır” önermesi. Her ikisini de her durumda ve herkes için geçerli olarak düşünme eğilimi yaygın. Algıyı kimin yönettiği ve yalanı kimin, nasıl söylediği tartışılmadığında bu kavramlar edilgenleştirici işlev görüyorlar.

II. Abdülhamit ya da Vahdettin tartışmasına bakalım. Tarih orada duruyor, tüm belgeleriyle. Başta RTE olmak üzere iktidar ve medyası, gerçekte olanı değil olmayanı yazıp, çizip, söyleyip duruyorlar. Muhalefet ise ulaşabildikleri her mecradan Abdülhamit ve Vahdettin ile ilgili gerçeği anlatmaya çalışıyor. Ardından da seslerini duyuramamaktan, yankı odalarına hapsolmaktan, medyanın tekelleşmesinden yakınıp duruyorlar.

Muhalefet, sürekli tekrarlanan bu yalanın kitleleri ikna ettiğini düşünüyor. Toplumun Abdülhamit ve Vahdettin’in kahraman, Mustafa Kemal’in ise İngiliz işbirlikçisi olduğuna inandığını sanıyor. Bu inanışın da oy verme davranışını etkileyeceğini düşünüyor. Muhalefet, Abdülhamit, Vahdettin ve Atatürk hakkındaki gerçeği toplumun çoğunluğuna anlatabilirse, “gerçeği” öğrenen halkın kendisine oy vereceğini umuyor!

Bu umutla muhalif televizyon kanallarında bu konuyu tartışıyor, gazetesinde, sosyal medyasında bu konudaki gerçekleri yazıp çiziyor. Sonra bir daha tartışıyor, gerçekleri anlatıyor, yuh artık böyle yalancılık olur mu, diye tepki veriyor, tarihsel belgeler yayınlıyor vs vs. Ardından RTE çıkıyor ve hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor! Sokak röportajlarında “işbirlikçi İngiliz Kemal, Sultan Abdülhamit’imizi astırdı!” diye konuşan halktan birinin görüntüleri yayınlanıyor. Görüntülerin altına inanmazlık, öfke, küfür, bu millet adam olmaz, müstehaksınız tepki seli akıyor. Sonra RTE çıkıyor, bir daha aynı şeyi söylüyor!!!

***

Muhalefetin temel yanılgısı, kitlenin RTE ve avanesinin söylediklerini can kulağıyla dinlediklerini sanması. Dinlemekten kastım duydukları üzerine düşündükleri, kendi bilgileriyle karşılaştırdıkları, akıl yürüttükleri ve ikna oldukları. Oysa kitle, söze değil söyleyenin “gücüne” bakıyor. Sosyal medyada kısa bir araştırma ile RTE nin sözlerine evet beklerken hayır diye tepki veren taraftar görüntülerine hemen ulaşılabilir.

Kitle, söylenen yalana pek de inanmaz aslında, dahası söylenenin yalan olup olmadığına değil, söylendiğinde ne olduğuna ve ne vaat ettiğine bakar. Masalda çıplak gezen kralın çıplak olduğunu herkesin gördüğü gibi. Kralın çıplak olduğunu söylerse başına ne geleceğini bildiği için söylemez, kralın şak şakçılığında ne kadar öne geçerse o kadar lütf göreceğini umduğu için de elbiseyi över. Kitle (halk), bir sınıf ya da örgüt değildir, karmaşık yığındır sadece.

Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasının yüzbinleri bulduğu bir ortamda, sokaktaki insanın, “ama bunlar yalan” demesini beklemek, ona doğruyu anlatmaya çalışmak ve doğruyu duymak istememesine kızmak sadece iktidara yarıyor. Çünkü muhalefet halk yalana tepki göstermediğinde halka kızıyor (bu millet adam olmaz), kızdığı kitleyle bağını koparıyor ve zaten güçsüz, yalnız hisseden de yalana daha da sıkı sarılıyor.

Orta sınıfta hızla yaygınlaşan “halka duyulan öfke” tipi sağcılık da bu sürecin ürünü ve besleyicisi.

***

Hiçbir toplum hayalle gerçeği birbirine uzun süre karıştıramaz. Toplum yalana, karnı doyduğu sürece inanır. Evet, gerçekler birgün ortaya çıkar elbet. Devrimci, gerçekçi politik mücadele olmadığında o birgün, ancak toplumun büyük çoğunluğu için açlık sürdürülemez hale geldiğinde gelebilir. Çünkü, korku, açlıktan güçlü değildir.

Algının karın doyurmadığı o gün geldiğinde, artık hiçbir şeye, hiçkimseye inanmayan sadece öfke içinde hayatta kalmaya çalışan yığınlar ve o yığınlardan çoktan umudunu kesmiş muhalifler karşı karşıya gelir. Bu hal, daha otoriter, daha cezalandırıcı, intikamcı ve savaş narası atanlar için en verimli dönemdir. Son İtalya seçimlerini böyle okumak da mümkün. Büyük krizlerin ardından açık faşist yönetimlerin gelmesi biraz da bu yüzden olur. Daha faşist yönetimler daha büyük hayallerle gelirler tıpkı Nazi rejimi gibi. Hayalle gerçeği uzun süre birbirine karıştıran toplumlar böyle çökerler.

İktidarın kaba güçle dayattığı yalanlarla uğraşmak, muhalif seçmenin yetersizlik hissederek topluma öfke duymasına yol açıyor. Zorba iktidarı yenilgiye uğratmanın yolu onun kurup dayattığı dilin içinden olamaz. Ben de muhafazakarım, ben de dindarım, ben de milliyetçiyim diyerek hiç olmaz. Algılarla savaşmak yerine somut gerçeklerin sözcülüğüyle olur. Bırak şimdi Abdülhamit’i neden insanlar devlet hastanesinde muayene olamıyorlar? Neden asgari ücret açlık sınırının altında? Yoksulluk kader olamaz! Neden çocuğun okula gidemiyor? diyerek olur.

Politik mücadele dilde devrimle başlar. “Muhalif” televizyon kanalları Vahdettin ile ilgili gerçekleri anlatmak yerine örneğin SOL PARTİ’nin 8 Ekim’de Uşak’ta yapacağı “Üretici Mitingi”ni canlı vermekle başlayabilirler. Bir tek SOL Parti ile sınırlı kalmalarına da gerek yok.