Karlı bir kış günüymüş, güneş Zel’in üstünden Pul’un göğüne seriniyormuş, ormanda kurt gece ulumaktan yorgunmuş, köy içi ağaçların dalları aşağı sarkmış, kuzular ahırda meleşmiş, at kişnemiş, genç köpek saygılı bir şekilde havlamış, kırmızı topraktan evde bir çocuk daha doğmuş, baba nüfus çıkarmaya gittiğinde aklında hiçbir ad yokmuş, Zel dese olmaz, Tij hiç olmaz, akşam dönerken dağın önüne, elindeki cüzdanda Ali Rıza yazılıymış, ne Oli’den ne de Rıza şehrinden, cüzdana imzayı atan adam Ali Rıza Kurukafa’ymış, hem Ali’den, hem de rızalık’tan.

Ali Rıza meme emmiş, o kış tahta kapı altında havlayan köpeği, geceleri ormanda uluyan kurdu, meleşen kuzları, kişneyen atı, dedesinin masallarını, anası Arze’nin kokusunu, babası Seyd’in sakin sesini dinlemiş. Bahar derken, yaz gelmiş geçmiş, kış olmuş ama çocuk ayağa kalkmamış, üçüncü kış gelmiş çatmış, o kış, bir zemheri gecede kırk kudurmuş kurt, birden köye, önlerine çıkan cesur köpeğe saldırmış, köpek bir kurdu, otuz dokuz kurt köpeği tutmuş. Ali Rıza o üçüncü kış, tam iki yaşına basınca, ağzından anlamlı kelimeler dökülmeyince, o kışta yürümeyince, anneyle baba ilk doktor yüzü görmüş, çocuk menenjit geçirmiş, doğduğunda ateş beynine vurmuş, ayağa kalkması, hele ki yaşaması çok zormuş, Ali Rıza’nın kulakları çok az duyacak, aklı üç yaşındaki bebek kadar kalacak, kendi kendine bakamayacak, okula hiç gidemeyecekmiş. Anne ile baba, bir kısa kadınla uzun adam, bir kumral ana ile omuzları düşmüş esmer baba, mêjil’e benzeyen menenjiti, el kadar çocuklarına yaptığını, kucaklarında çocuk, köylerine dönerken söylene söyleye ezber etmişler, mejil dağ dilinde çünkü, ömür demekmiş.

Menenjitli çocuk çok sevilmiş, o zaman dört çocuk içinde en çok o öpülmüş, en çok sütü o emmiş, en çok onun kulağına dualar fısıldanmış, en çok onla oynanmış, Xızır’ın adı Ali Rıza’yla bir de şifa, Hakkın adının dekerne edildiği her yerde derman istenmiş, kollarını tutup yürütme egzersizleri mevsimlerce sürmüş, siyah saçı taranmış, her gün bir teneke leğende yıkanmış, başına dökülen su değil duaymış, sevilmiş, sevilmiş, sonunda tam beş yaşında, Ali Rıza ayaklarının üstüne basmış, ağırca doğrulmuş, ilk kez tavana, ağaç dallarına, gökteki yıldızlara değil, dünyaya bakmış, sağına soluna, önüne arkasına, masaya, perdeye, kardeşlerine, kendisinden küçük olup da çoktan yürüyen Uşen’e bakmış ilk defa, anne niyaz yapmış, dağıtmış köye, baba sabah vakti bir keçiyi kurban etmiş, köy ahalisi Zel’den doğan güneşe yüzün dönmüş ki Ali Rıza ayağa kalkmış.
Ona bakacak bir okul, saatler geçirecek bir eğitmen, tedavi edecek bir bina yokmuş. Tek bakıcısı, sabah öğlen akşam yemeğini veren, yatağını açan, saçını tarayan Arze ile uzun yollardan döner dönmez oğlunu tıraş edip yüzüne kolonyalar süren babası Seydmiş. Anne, dualardan umudunu hiç kesmemiş, Düzgün Dağı’na çıkmış, Kureyş Köyü’ndeki eski kavak ağacına yüz sürmüş, Bozatlı Hızır’a yakarmış, ip bağlatmış, kanlı suya bakmış, Muhundu’daki Mansurun darından kırk gece ayrılmamış, herkesin bildiği tek bir dilek tutmuş, var olduğundan hiç şüphe duymadığı yaratıcıya bin adak sözü vermiş, ama Ali Rıza iyileşmemiş.
Ne mahallede takımla top oynamış –küçükken çocuklarla karşılıklı topa tekme bastığı sık görülürmüş-, ne çeşme başına gitmiş, ne okula gitmiş, ne de kız arkadaşı olmuş, bir camın önünden dışarı bakıyor, başı veya bedeninde başka bir tarafı ağrıdığında bağırıyor, mutlu olduğunda hafifçe gülüyormuş. Anasının duası artık şifa değilmiş, göğe açtığı kollarıyla, Ya Haq beni çocuğumdan önce almaymış. Ali Rıza böylecene tam otuz yıl yaşamış ki, doktorların verdiği süre dolmuş. Tıbbın öngördüğü süreden on yıl daha geçmiş, sonra bir gün, birden ölmüş, Arze’nin son duası kabul olmuş, Seydse gelmiş durmuş Zel’in önünde gözleri kuru, sitemsiz ve sanki hesap verir gibi, kırk yıldır acı çeken ruh işte sustu, deyivermiş.

Ali Rıza’nın şehrinde ev içlerinde, kapı önlerinde birer hayalet gibi görünüp kaybolan, Düzgün yolunda babasının anasının ellerini tutarak yavaşça dağın doruğuna tırmanan, elleri beyaz, yüzleri beyaz, tenleri üç yaşındaki bir bebek gibi yumuşacık, anneleri, babaları, kardeşler, dayıları, teyzeleri, nineleri hariç kimselerin bilmediği tam sekiz bin engelli varmış, adına Bedri Es denen, kolundan engelli bir dev adam bir gün çıkmış, bir dernek kurmuş adlarına, ev içinde, loş kapı önünde, köyde gizli bir akraba komunda, utanılacak birer hayvanmış gibi saklanan Ali Rızaların hepsini gündüz vakti güneşe çıkarmış, hepi topu seksen bin kişilik bir halk kendi evlatlarıyla ilk kez yüzleşmiş.

Bir Engelliler Haftası daha boş geçip gitti, şimdi o eski viran şehirde, o Zel’in önünde, o yıkılmış kırmızı topraklı komun içinde, damdan sarkan o buzulda, o akmaz çeşmenin başında, o kırık camın altında, topa tekmeyi bastığı mahallenin o tozlu meydanında, çorbasını içmek için iki eliyle birden tuttuğu o çinko tabağın kenarında, o kederli kara şehrin ev duvarlarında, anası babası kardeşlerinin kalbinin o en derininde Ali Rıza’nın, inatla kurduğu o Bedensel Engelliler Derneğinde, elini tuttuğu o engellilerin gözlerinde Bedri Es’in gölgesi dolaşıyor.