Aklımı, fikrimi geliştireyim diyorum azıcık. Hoş, sizlerin listesinde bizlerin adı farklı geçiyor ama bulaşmışız bu sanat-sepet işlerine bir kere. Mesleğe, insana, kendimize saygıdan, ömrün kifayetsizliğinden, daha çok bilmeli, daha çok anlamalıyım diyorum. Gel gör ki, gittikçe inançlarınızdan uzaklaşıyor, inançsızlaşıyorum

Alıntılar altına - alıntılar aşkına

Jehan Barbur

“Neyse, bana ‘kötülükten bahset’ dediler. Üzgünüm, böyle birini tanımıyorum. Ama kiremitleri yalarım, ağzımda tuz tadı kalır. Sonra bir ormana bakarım. Bu, benim de bir evim olduğu anlamına gelir.”
(Tımarhane Günlüğüm, Sibel Torunoğlu)

Kötülüğü ne zaman öğrenir insan? Ya da ne zaman vazgeçer ondan? Doğduğu andan itibaren, belli bir yaşa kadar, dünyanın kendisi için yaratılmış olduğunu düşünen bir çocuğun bu hissi kötücül müdür, bencillik mi? Faydacı mı bakar etrafa, yoksa muhtaciyetinden midir bu ihtiyacı? Hristiyan toplumlar, yeni doğmuş bebekleri sırf bu yüzden mi vaftiz eder? Günahıyla mı doğmuştur ve değişmeceli, saydam bir suda kirliliğinden mi arınmalıdır? İşin en başı, kötülük müdür yani?

Böyle mi koruruz kendimizi var olmak uğruna; bir hırsa sığınarak; hep ‘olmak’ adına? İlla canına mı kıymalı birilerinin vahşi beni bulabilmek için yoksa canını acıtmakla mı başlar en kor vahşet? Bile-isteye ne acayip bir söylemdir. Bile-isteye göze alarak vicdan yükünü –varsa o vicdan- kimilerinin, gün aşırı gerdiği çamaşır iplerine, mandalla tutuşturulan vicdanlar var. En yanlışı yaşamaya hazır ederlerken kendilerini, tam olarak vücutlarının neresinde konumlandığını bilemedikleri vicdanlarını, önce çıkarıp bir leğene serer, sonra onu sağırlaştırmak için ipe asarlar. Ya da ben deli bir akılla böyle görüyorumdur günlük rutini. Her gün asılan vicdan kurur iyice güneşte de, artık oturamaz ait olduğu yere.

Memleketimin kötüleri, günaydın! Yalnız değilsiniz, bende de vardır o duygulardan bolca… Ama büyüğüm olarak sizinle biraz konuşmaya ihtiyaçtan yazıya sığınıyorum. Nasıl bir dil kurulur menfaat seviciyle, ölümü kaşık gibi elinde tutanla, hırsızlığı kapı zili gibi günde en az beş kez çalanla, bir çocuğun gözlerinin içine bakmayı bilmeyen, bir köpeği it diye tekmeleyen, ya da neydi o Beşiktaş’taki kafenin adı? Hani, kediler müşterileri rahatsız etmesin diye, masaların yanına atladıklarında, canlarını acıtmak için, yerlere tuhaf tuzaklar kuran yer; neyse işte oranın sahipleriyle?

Ömrün, sonlu bir kaynak olduğunu unutup, ölüm sonrası parsel alma davasına kelle koymuş canım romantikler! Beyinleri, fikirleri yalama olmuş, hangi tarafı savunacağını bilememiş, nabız ölçüp ceplerinde daimi şerbet bulunduranlar; eleştirmeyi bilmeyip, eleştiriye gelemeyenler… Kadını attan sayıp, üzengisiz üzerine binenler, anaların elini öpüp ağzını çalkayanlar, kapitalizme tükürüp Robin Hood olanlar, “emek emek” deyip, köşeyi dürbün merceği yakınlığında dönenler... Mızıkçılar, canım mızıkçılar… Kendimi –ki ben de iyi biri sayılmam- aranızda az biraz yalnız hissediyorum sanırım…

Arkamı kollayayım derken, önümü göremiyorum. Yazdığım kelimeleri çok sevdiğim günleri özlüyor, şimdi kelimelerimden korkuyorum. Sizi okumaya çalışmaktan Aziz Nesin’i, Metin Altıok’u, Ferhan Şensoy’u, Birhan Keskin’i, Hasan Ali Toptaş’ı, Can Yücel’i boşladım biraz galiba. Eksik kalıyorum sayenizde. Onların iç görülerine müdanaya hazırım ve öğrenivermişim bu deryaya müdana etmeyi. Taktiklerinizi adım gibi ezberliyor, her sabah besmele gibi kılıç kuşanıyorum. Size tamah edemem; çok affedersiniz zira yabancıl kalıyor, kendimi ayrık otu gibi hissediyorum. Yüzünüzdeki o müstehzi gülüş, ah o müstehzi gülüş… Bildiğim doğrudan vazgeçmeyeyim derken, kötülüğü marş gibi ezberlemişim; en çok buna şaşırıyorum.

Aklımı, fikrimi geliştireyim diyorum azıcık. Hoş, sizlerin listesinde bizlerin adı farklı geçiyor ama bulaşmışız bu sanat-sepet işlerine bir kere. Mesleğe, insana, kendimize saygıdan, ömrün kifayetsizliğinden, daha çok bilmeli, daha çok anlamalıyım diyorum. Gel gör ki, gittikçe inançlarınızdan uzaklaşıyor, inançsızlaşıyorum. Ne anama, ne de babama ne de dostlarıma benziyorsunuz. İnsana da pek, neyse!

Şikâyetim yok; Allah razı olsun herkesten, yaşayıp gidiyoruz işte. Kötülüğün içinde, kendimizi bir şey zannetmeye başladık. İki adım daha ileri gidelim derken, balçık gibi yapışmış bu zehir üzerimize. Dönüp dönüp zehirle konuşuyor, kendimizi meşru kılma gayretiyle boşa kürek çekiyoruz. Siz deli misiniz diye çok düşündüm. “Keşke”, dedim sonra. Deliliğin marazını değil, içgüdüsünü sevdik biz. Gel gör ki, içgüdüsüne bağlı, yanılgısız yaşayan bir hayvan dahi olamamışsınız. Gittikçe size benzemek… Ah size benzemek! Üzüm üzüme diyeceğim ama üzüm bile olamadınız. Pişemiyoruz sayenizde; koruk gibi kaldık asmada; asılmış, korkulmuş, yasaklanmış onca fikirle…

Sibel Torunoğlu ne güzel yazmış… Okuyunca ister istemez siz büyüklerim geldiniz aklıma. Kiremitleri yaladığınız oldu mu? Bir ormandan anladığınız ne? Yumruk mezesi nedir bilir misiniz? Nedir Akçaburgazlı Yekta’nın mezmurundan anladığınız? Kimdi en yakın sıra arkadaşınız? Vakitsizce mi geliyor, vakitsizce mi ayrılıyorsunuz bir yerlerden? Ahlakı helak ettiniz, farkında mısınız? Ne ilginçsiniz ay!

Burası benim de evim. Lütfen artık evimden çıkar mısınız?