Vahşetin kol gezdiği, havsalamızı zorlayan görüntülere maruz bırakılıyoruz sürekli… Yabancılaşıyor muyuz vahşete yoksa çocukluğumuzdan bildiğimiz bir şeye mi sığınıyoruz? Yahut orada hiç bilmediğimiz, öğrenmediğimiz bir yer ile mi sınanıyoruz?

Alıntılar altına Alıntılar aşkına (IV)

Jehan Barbur

“Bugün eziyet çeken bir çocukla, başını ezdiği yılanla övünen şu sabi sübyan arasındaki mesafe, aslında yetişkinlerin mesafesidir.” (Sema Kaygusuz, Barbarın Kahkahası)

Boşanmış bir çiftin çocuğu olduğumdan ve o dönemde bu durum pek doğal karşılanmadığından olacak, ilkokul ve ortaokul yıllarımda, birkaç kez sözle tartaklandığımı hatırlıyorum. Evdeki durum çok canımı sıkmasa da –ya da bu vurdumduymazlığımı çocukluğuma verelim- dışarıdaki insanların benimle dertlerinin ne olduğunu anlamam zaman almıştı. İlkokul ikide tahtaya “O… çocuğu Jehan” yazıldığını gün gibi hatırlıyorum. Hatta bir arkadaşımın bunu görmemi bekleyip, sonrasında etrafı tozu dumana katarak silişi, yirmi dört sekanslık bir fotoğraftır aklımda.

Ortaokul birdi sanırım. O zaman da piç kurusu, piç gibi nidalar havada birbirini yumrukluyordu; tek elden ama… Tek bir çiroz kızın sivilceli ağzından. Her iki olayda da annem gelmişti okula. Öğretmenler odasında uzun konuşmalar, faili bulma çalışmaları, cezalar, kızmalar… Öyle sıkıcı gelmiş olacak ki bu süreç, sonrasında bana yapılan ya da söylenen hiçbir şeyi taşımadım eve. Kendim halletmeye çalıştım. Yumrukla, tekmeyle değil elbet, görünmez bir elin çizdiği mesafe ve konuşarak zaman kaybetmeyi istemeyen kilitli bir dille.

Çocukların belli bir yaşa kadar vicdanları olmadığını anlamış mıydım hatırlamıyorum. Ve sırf bu yüzden kötü olabileceklerini… O yaşlarda –övünmek gibi olmasın, ya da al buyur, olsun!- adını bilmediğim bir hissim ve izleme yetim vardı. Ben de tuttum ebeveynlerini izledim. İlkokulda, mazotla silinmiş koridorların kokusunu içime çeke çeke, müstahdemlerin çay ocağına sinip, sabileri okuldan almaya gelen ana-babalarına baktım uzun uzun… Kıyafetlerine, anaların saç renklerine, süzülüşlerine, iskambil kokan çuhadan ellerine… Nasıl bir evin salonunda oyun oynadıklarını, sütlerini içtikleri bardakları, ana-babalarının yatak başlarını… Her şeyi görselledim kör aklımda. Tadı oldu, kokusu oldu o hayatların. Davet edildiğim doğumgünü toplantılarında bir kez daha baktım etrafa. Gürültüye, sese, bağırış çağrışa… Huzur ve huzursuzluğa tahammüllerini ölçtüm cebimde gizleyerek yanımda götürdüğüm oyuncak bir sismografla. “Eti senin, kemiği benim hoca’nım” diyerek sınıfa bir peçeteyi ucundan tutar gibi bıraktıkları evlatlarına kızmayı tam da orada bıraktım. Kızmak bir tiryakilikten öteye düştü böylece. Anlamaya çalıştım. Tüm bu öngörüyü, şimdiki halimle sağlamam gerekirken, çocuk aklım Benjamin Button izafiyetinde işliyordu sanırım. Tersten işleyen bir gelişime haizdim, –git gide geriledim–

Çocuğa edilen eziyet ile herkes gibi zamanında çocuk olmuş bir yetişkinin etrafa ettiği eziyetin arasındaki boşluğu doldurmaya çalışmak nafile bir çaba… Evden ötesi can sağlığı işte… Bugünün gecesi de başka bir eziyetin kefaretine götürmeyecek mi bizi? Bir biât hikâyesinin, benzer bir alıntıdan çıkmış bu toplum üzerinde temize çekilme hikâyesinin… Bir babanın ayaklarını öptürme çabasının çocuğuna sirayet edişinden, kaç ebeveyn mesul acaba? Ödedik mi ve özrünü diledik mi peki verdiğimiz zayiatla? Bize mi kalmıştı bunun özrünü dilemek?

Vahşetin kol gezdiği, havsalamızı zorlayan görüntülere maruz bırakılıyoruz sürekli… Yabancılaşıyor muyuz vahşete yoksa çocukluğumuzdan bildiğimiz bir şeye mi sığınıyoruz? Yahut orada hiç bilmediğimiz, öğrenmediğimiz bir yer ile mi sınanıyoruz? Bir köpeğin uzuvlarının hunharca kesilişini, bir kediye sulanan rezili, çocuk tacizcilerini, bir film şeridi gibi izliyoruz. Öldük de bir epifiz oyunu mudur bu? Nereden geldik bu istihkakımızın alışmış göründüğü desibele?
Bir ebeveyn kamburu var bileklerimizde. Bir ebeveynin kamburu…

Bu gündüzün gecesi aydınlığa kavuşur mu, yorulmuş zihnimiz durulur mu bilmiyorum. Bir günde kavuşulur mu sükûnete? Her anne baba sevilir mi ölesiye, öldüresiye? İki çocuğun arasındaki bu mesafe, gerçekte kaç kilometre?