İnsanın varoluşunun ilk gününden bugüne milyarlarca kez ispatladığı üzere asla küçümsenmemesi gereken bir özelliği var: hayatta kalma güdüsü. İhanetler, çılgınlıklar, katliamlar, savaşlar... Gündelik hayattan makro dünyaya her gün yeryüzünde gerçekleşen sayısız kötülüğün dibinde insanın hayatta kalma arzusu yatar. Bahsedeceklerimin ağırlığına ters olmasa laçkalaşacak ve Leonardo Di Caprio’yı Oscar’a kavuşturan bile hayatta kalma güdüsüdür diyeceğim. İnsan hayatta kalma güdüsünden ibaret değilse de bu ilkel ve son derece doğal niteliği hafife almak insanı anlamamaktır. Buraya döneceğiz.

13 Mart da bu ülkenin berisinde önünde artık en ufak boşluk kalmamış acılar takviminde kanlı bir katliamla işaretlendi. 12 Mart Gazi Katliamı’yla 16 Mart Beyazıt Katliamı arasına. Sınavından çıkan lise öğrencileri, evine gitmeye çalışan memurlar, arkadaşlarıyla buluşmasından dönen üniversiteliler... En ufak bir ek dramatizasyonu, üzüntü tarifini, betimlemeyi kaldıramayacak, yoruma mahal bile bırakmayacak kadar acı bir olay.

Alışmamış halimiz mi?

“Alışmayacağız”. Sanıyorum katliam sonrası en çok duyduğum, ya da ne demem gerekiyor; ‘okuduğum’ reaksiyon ifadesiydi. Doğal tabii. Diyarbakır’dan, Suruç’tan, Ankara’dan, İstanbul’dan yine Ankara’ya uzanan sayısız katliama kısa sürede tanık olduk ve artık buradan başka yere uzanmasını istemiyoruz. Canımız yandı, canımızın yanması rutin olabilir mi? Olmamalıydı. Alışmamak bunu durdurmanın ilk adımı olurdu. Saltanat heveslisi bir grup çağdışı iktidar sarhoşunun içeride ve dışarıdaki agresifliğinin bedelini masum insanlar ödememeliydi.

Peki ‘alışmayacağız’ın karşılığı neydi? Alışmayacağız. Size de 3x7 santimetre telefon ekranları, hadi en iyi ihtimalle biraz daha büyük bilgisayar monitörlerinden akan bir kelimeden ibaret gelmiyor mu bazen?

“Bombalı saldırı. Onlarca ölü”. Öfke sarar herkesi. Kim kimi sorumlu tutuyorsa öfkesini onun yüzüyle birleştirir zihninde. Telefonlar, bilgisayarlar açılır. Sosyal medya ‘login’leri yapılır, aplikasyonlar açılır. Parmaklar çalışır. Her yer ‘alışmayacağız’, ‘lanet olsun’, ‘hesabını soracağız’larla dolar. İtiraz edenler ‘timeline’lara düşürülür, ağızlarının payı bir güzel verilir. Ertesi gün işe, okula doğru yola koyulmayla normal yaşantıya adım atılır ve azami bir hafta içinde hem psikolojik hem fiziksel olarak katliamdan bir dakika öncesindesindir artık. Her şey aynıdır. ‘Lanetliyoruz’cular makamında mevkisinde, insanlar hayat gailesinde, kimi eğlencesinde kimi işinde gücünde, herkes yerli yerinde.alismayacagiz-demeye-de-alismayalim-121092-1.

“Ne yapalım kardeşim, varsa bir çözüm önerin söyle yoksa tatava yapma. Alışacağız mı diyelim.” Buraya kadarını okuyan ben olsam muhtemelen bunu derdim. Kendime de sallıyor olmanın rahatlığıyla yazıyorum, mazur görün.

Alışılır. Alışıldı. Ne zaman etrafa kan saçılsa aynı kişilerle, aynı döngünün içerisine giriyoruz. Hayatta kalma güdüsü konusuna geri dönelim. İnsanlar katliam ikliminde yaşamlarını bu güdüyle belirliyor. Hayatta kalma güdüsü onları katliamları engellemeye, ortaya çıkaran problem özneleriyle mücadele etmeye değil, kaçmaya ve görmezden gelmeye iter. Çabucak unutma ama bir yandan da zihinlerinin dibinde tutup saldırı ihtimallerini gözeterek yaşama yolunu seçerler. Hayatta kalmalıdırlar. Yüzyıllardır yaptıkları şeyi yaparlar: Adapte olurlar. Alışırlar.

Verilen tepkiler anlamsızdır diyemem ama bilmek gerek; sosyal medyada ne kadar sert gönderiler paylaşıyor olursak olalım, orası alışma döngüsünün bir parçası haline çoktan geldi. Toplu katliamlarda Kabil ve Beyrut’u geride bırakmış, Bağdat’ın gerisinde dünyada ikinci sıraya oturmuş başkenti var ülkenin. ‘Alışmayacağız’ın da koşulları var dolayısıyla.

En başta hayatta kalma güdüsünü bastıracak bir düşünceye; örneğin ‘insanca bir yaşamın mümkünlüğüne’ inanca ihtiyacı var insanın. Birey olarak koşullara göre hareket etme eğilimine ket vurup toplumsal bir değiştirme iradesinin parçası olmaya yönelebileceği umutlara, hayallere…

Net ve kısa yollu çözümleri gösterecek kadar bilgim, birikimim yok ama katliam iklimini yaratan iktidar odaklarıyla mücadele çağrısı yapan kurumların, örgütlerin sesine kulak vermek dışında bir başlangıç noktası olmadığını bilecek kadar var.

Alışmayalım. Hakikaten alışmayalım. Alışmayacağız demeye de alışmayalım.